Gerçeğe Davet

Monday, February 12, 2007

Uydurma delillere basın artık bir son vermeli

Evrimcilerin klasik yöntemi "hayali veya sahte deliller üretmek"tir. Geçmişte yaşamış ve soyları tükenmiş olan bir maymun türü veya bir balık veya bir kuş türü evrim delili olarak kamuoyuna sunulur.

"Atamız tarla faresi", "Atamız mikrop", "Kayıp halka tamamlandı" benzeri haberler tamamen uydurmadır. Son aylarda basında yer alan ve evrime delil olduğu iddia edilen fosiller yeni birer evrimci aldatmacasından ibarettir.

Evrimcilerin delil diye öne sürdükleri fosiller ciddi incelemelere tabi tutulduklarında, bunların evrimle hiçbir ilgilerinin olmadığı hemen anlaşılmaktadır. Defalarca tekrarlanan bu duruma rağmen evrimciler pişkinliği elden bırakmamaktadır.

Evrimcilerin, iddialarını desteklemek için bulmaları gereken "ara fosillerdir". Yani bulunacak fosiller eksik, yarım, işlevini tam göremeyen organlara sahip olan canlılara ait olmalıdır. Oysa -son bulunan fosiller de dahil olmak üzere- tüm fosiller, eksiksiz ve kusursuz canlılara aittir. Bugüne kadar bulunmuş olan 100 milyona yakın fosilin tamamı Yaratılış Gerçeğini göstermekte, içlerinde bir tane bile evrimcilerin hayallerini besleyecek fosil bulunmamaktadır.

Evrimcilerin sansasyonel şekilde gündeme getirdikleri her yeni sözde delil kısa zaman içinde geçersizliği anlaşılarak örtbas edilmektedir. Ancak evrimciler, foyaları meydana çıkar çıkmaz bu sefer başka bir fosili delil gibi sunmakta, bu sonu gelmez bir döngü olarak sürüp gitmektedir.

Evrimcilere tavsiyemiz artık inadı bırakmaları, zorlama izahları, bilim dışı senaryoları, sahte deliller imal etmeyi terk etmeleri ve evrim teorisinin çöktüğünü kabul etmeleridir.

Dinsiz olmayı modernlik zanneden, aşağılık kompleksi içinde olan, yarı cahil, saplantılı, sabit fikirli insanlar, dünyadaki bilimsel gelişmelerden habersiz eski katılıklarını sürdürmektedirler.

Komünizm, faşizm, materyalizm, masonizm ve bunları doğuran Darwinizm, çoktan çöktüğü halde, cahil, kapalı, eğitimsiz, kitaptan, bilgiden korkan bir kısım insanlar, birbirlerini teselli etmeye çalışarak batıl, ölü fikirlerini inatla ayakta tutmaya çalışmaktadırlar.



1- ÜÇ TOYNAKLI AT ALDATMACASI

Hürriyet gazetesinin 14 Ocak 2007 tarihli Pazar ekinde, Prof.Dr. Erksin Güleç ve ekibi tarafından Sivas’ta yürütülen çalışmalarda elde edilen bulguların saptırılarak kamuoyuna aktarıldığı bu röportaj yayınlanmıştır.

Gerçekte bu kazıda bulunanların hiçbiri ara fosil değil, bilakis Yaratılış gerçeğini teyid eden tam ve eksiksiz canlılara ait fosillerdir. Röportajda Yaratılış gerçeğini teyid eden yaklaşık 9 milyon yıllık kusursuz canlı fosilleri, evrim delili gibi sunulmaya kalkışılmış, aynı zamanda bizzat evrimcilerce yalanlanmış ve rafa kaldırılmış konular bile büyük gerçeklere ulaşılmış edasıyla tekrar gündeme getirilmiştir. Röportajda Hipparion isimli bir fosil ön plana çıkartılmış, bunun atın evrim geçirerek var olduğuna kanıt olan bir fosil olduğu iddia edilmiştir. Oysa gündeme getirilen atın evrimi konusu, gerçekte bilimsel bulgular karşısında çökmüş bir Darwinist masaldan ibarettir.

Hipparion fosili gerçekte evrimcilerin bir zamanlar baş tacı ettikleri “hayali at serisi”nin bir üyesidir. 20. yüzyılın başında oluşturulan at serisi, bazı toynaklı fosillerinin arka ve ön ayaklarındaki tırnak sayılarına ve diş yapılarına göre dizildikleri bir şemaya dayanmaktadır. Amerikalı fosil araştırmacısı Othniel Charles Marsh ile biyolog Thomas Huxley'in geliştirdikleri bu şema, on yıllar boyunca müze ve ders kitaplarında sözde evrimin tartışılmaz kanıtıymış gibi sunulmuştur. Hipparion fosilinin günümüz atlarına oranla ebatça küçük olması ve bir yerine üç adet tırnak taşıması evrim kanıtı olarak öne sürülmektedir.

Ne var ki atın serisi konusu artık demode bir masaldan ibarettir. Yeni paleontolojik bulgular ve morfolojik analizler, atın evrimi senaryosunda varsayılan serinin aykırılıklar ve çelişkiler barındırdığını, dolayısıyla hiçbir bilimsel geçerliliği bulunmadığını ortaya koymuştur. Bu durum önde gelen evrimci araştırmacılarca açıkça ifade edilmiştir. Örneğin evrimci yazar Robert Milner, atın evrimi şemasının sahibi Marsh hakkında şöyle tesbitte bulunmuştur:

"...Marsh, fosillerini günümüz at türüne ulaşacak şekilde 'sıraladı'. Bunu yaparken kendinden memnun bir şekilde çok sayıda tutarsızlığı ve aykırı kanıtı göz ardı etti." (Milner, The Encyclopedia of Evolution, 1993, s. 222)

Yine bir evrimci olan Boyce Rensberger ise atın evrimi senaryosunun geçersizliğini şöyle anlatmıştır:

“Yaklaşık 50 milyon yıl önce yaşamış dört tırnaklı, tilki büyüklüğündeki canlılardan bugünün daha büyük tek tırnaklı atına bir dizi kademeli değişim olduğunu öne süren ünlü atın evrimi örneğinin geçersiz olduğu uzun zamandır bilinmektedir. Kademeli değişim yerine, her türün fosilleri bütünüyle farklı olarak ortaya çıkmakta, değişmeden kalmakta, sonra da soyu tükenmektedir. Ara formlar bilinmemektedir.” (Boyce Rensberger, Houston Chronicle, 5 Kasım 1980, Bölüm 4, s.15)

Söz konusu röportajda, atın evrimi senaryosuyla ilgili demeçler verilirken farkında olmadan büyük bir bilgi eksikliği de sergilenmektedir. Örneğin, üç tırnaklı atların tek tırnaklı günümüz atının atası olduğu iddia edilmektedir. Bu iddiaya göre “tek tırnaklı atların üç tırnaklı atlardan önce yaşamamış olması“ gerekmektedir. Oysa durum böyle değildir.

National Geographic dergisinin Ocak 1981 sayısında yayınlanan bir habere göre araştırmacılar ABD'nin Nebraska eyaletinde, bir volkan patlaması sonucu aniden lav altında kalmış ve iskeletleri günümüze kadar korunmuş binlerce canlının fosillerini ele geçirmişlerdir. Yaşları 10 milyon yıllık olan fosiller arasında üç tırnaklı ve tek tırnaklı atların bir arada bulunduğu görülmüştür. Bu canlıların bir arada yaşıyor olması, birinin ötekinin atası olduğu iddiasını da çürütmüştür.

Atın evrimi senaryosuna dahil edilmiş olan tüm canlılar birbirinden farklı canlılardır. Bu sıralamaya dahil edilen ve soyu tükendiği iddia edilen Okapi isimli canlının da, günümüzde yaşayan örneği bulunmuş ve canlının daha çok zebra benzeri bir hayvan olduğu anlaşılmıştır. Bu durum hayali at serisini bir kez daha tamamen geçersiz kılmaktadır.



2- LUCY’NİN KIZI ALDATMACASI

Evrimcilerin buldukları maymun türlerine ait fosilleri insanın ataları olarak tanıtmaları çok alışılmış bir aldatmacadır. Bahsettiğimiz konunun son örneği 2006 Eylül ayında gündeme getirilen bir fosildir. Üzerinde sayısız spekülasyon üretilen A. Afarensis’e dahil edilen ve “Lucy’nin Kızı’ adı verilen bu yeni fosilin kolları, bütün goril ve şempanzelerde olduğu gibi bacaklara oranla uzundur.

Bu tür üzerinde İngiliz anatomist Sir Zolly Zuckerman gibi uzmanlarca daha önce yapılmış 5 ayrı bilimsel çalışma, bu canlıların insanlar gibi yürüdüğü iddiasını çürütmüştür. Çalışmalarda pelvis kemiği, diz kapağı ve iç kulak gibi iki ayaklı yürüyüşe katkıda bulunan birçok anatomik kompleks, Afarensis’lerdeki karşılıklarıyla kıyaslanmış ve bu canlıların soyu tükenmiş bir maymun türü olduğu ortaya konulmuştur. Dolayısıyla yeni bulunan fosilin yarı insan yarı maymun özelliği taşıdığı iddiası hiçbir bilimsel geçerlilik taşımamaktadır.

Soyu tükenmiş maymun fosillerini bulup, kız çocuğu iskeleti, bayan-bay iskeleti bulundu demek hem gülünç olmakta hem de evrimcilerin zavallı durumunu göstermektedir. Evrimciler yıllardır benzer yöntemlerle evrime taraftar toplamaya ve kamuoyunu aldatmaya çalışmaktadır. Daha önce evrim delili olarak sunulan fosillerin ya soyu tükenmiş maymun türleri ya da günümüz insanına ait olduğu artık anlaşılmıştır. (Zinjanthropus 1970’de, Java Adamı 1939’da, Pekin Adamı 1939’da, Ramapithecus 1981’de,Taung Çocuğu 1954’de, Neandertal Adamı 1978’de...)

Evrimciler sadece fosiller üzerinde spekülasyonlar ve çarpıtmalar yapmakla kalmamış çok sayıda sahtekarlığa başvurmuşlardır. Bunlardan 1953 yılında sahte olduğu ortaya çıkan Piltdown Adamı ve eldeki fosilin gerçekte bir domuza ait olduğunun ortaya çıkmasıyla 1927’de iptal edilen Nebraska Adamı en bilinen evrimci sahtekarlıklarıdır.



3- GOGONASUS ALDATMACASI

Evrimciler, Avustralya’da bulunan ve nesli tükenmiş bir balık türü olduğu apaçık olan 380 milyon yıllık Gogonasus isimli fosili sudan karaya geçiş aldatmacasına delil göstermişlerdir. Oysa sözkonusu fosil, karada yaşamla ilgisi olmayan, kusursuz bir balık türüdür. Nitekim fosili ele geçiren paleontolog John Long “Bu, kesinlikle bir balık. Solungaçları var, suda yüzüyor ve yüzgeçleri de var” sözleriyle bunu kendisinin de kabul ettiğini açıklamıştır. Gogonasus’ta yüzgeç kemiklerinin var olması, bunun kara canlılarıyla bağlantısı olduğu yönündeki evrimci iddianın gerekçesi olarak gösterilmektedir. Oysa bir balığın yüzgeç kemiklerine sahip oluşu, onu bir araform yapmamaktadır. Coelacanth balığı bunun “canlı” bir kanıtıdır. Coelacanth da yüzgeçlerinde kemiklere sahiptir, ancak canlıyı doğal ortamında inceleyen araştırmacılar bunların okyanus zemininde yürümeyle ilgili olmadığını yerinde gözlemlemişlerdir. Balık bunları sadece yüzme amaçlı kullanmaktadır. Dolayısıyla Gogonasus’un da yüzgeçli kemiklerini başka bir amaçla kullandığını düşünmek için hiçbir geçerli zemin bulunmamaktadır.



4- DÖRT AYAKLI YUNUS ALDATMACASI

Evrimciler, geçtiğimiz aylarda japon balıkçılarca ele geçirilen canlı bir yunusu büyük bir delil olarak tanıtmışlardır. Sözkonusu yunusun kendine has tek özelliği, bedeninin arka kısmında bir çift yüzgece sahip olmasıdır. Bu organlar, bildiğimiz “yüzgeç” olduğu halde evrimciler bunları “ayak” olarak isimlendirmiş, yunusların kara omurgalılarından evrimleştiği iddiasını tekrarlamışlardır.

Bilindiği gibi Darwin de sadece anatomik benzerliklerden yola çıkarak yunus, yarasa ve insan gibi farklı canlıların akrabalığından söz etmişti. Ancak moleküler biyoloji alanındaki gelişmeler bu iddiayı çürütmüştür. Günümüzde kemik yapıları anatomik olarak benzer olan yüzgeç ve ayak gibi organların, farklı canlılarda birbirinden çok farklı genler tarafından üretildiği, dolayısıyla evrimden söz edilemeyeceği ispat edilmiştir. Ayrıca embriyolojik gelişim sırasında yunusların bedenlerinin arka kısımlarında yüzgeç çıkıntıları geliştirdikleri, nadiren de olsa bunların bazı bireylerde küçük yüzgeçler olarak gözle görülür şekilde varlığını sürdürdüğü bilinmektedir. Ortada yunusların DNA'sına yeni genetik bilgi eklenmesi gibi bir durum sözkonusu olmadığına göre, bunların evrimle ortaya çıktığı gibi bir iddianın ne kadar bilimdışı olduğu açıktır.



5- TIKTAALIK ROSEAE ALDATMACASI

Kanada'da bulunan ve Tiktaalik roseae adı verilen fosil son zamanlarda, evrimin büyük bir delili olarak lanse edilmiştir. Oysa 375 milyon yıllık olan bu canlının, pek çok özelliği bir arada barındıran bir 'mozaik canlı' (farklı canlı gruplarının özgün özelliklerini bünyesinde bulunduran canlı) olduğu apaçık ortadadır.

Evrimciler, bir balık gibi pullarla kaplı olmasına rağmen yassı bir kafaya, nispeten iri kaburga kemiklerine ve hareketli bir boyuna sahip olmasını arageçiş özellikleri olarak öne sürmüşlerdir. Oysa bu özelliklerin evrim teorisinin gerektirdiği “yarı işlevsel” hiçbir yönü bulunmadığı, dolayısıyla bir kanıt oluşturmadığı apaçık ortadadır. Tamamen mükemmel, eksiksiz yapıda olan bu organlara sahip Tiktaalik fosili, yaratılışı kanıtlayan bir fosildir. Örneğin günümüzde Avustralya'da yaşayan Platypus da, memeli, sürüngen ve kuş özelliklerini aynı anda üzerinde taşıyan bir mozaik canlıdır ve evrim teorisi için hiçbir yönden delil olarak gösterilemez. Bu, Stephen Jay Gould gibi önde gelen evrimcilerin kabul ettiği bir gerçektir. Buna göre Tiktaalik roseae’nin ara fosil özelliği taşıdığı iddiası bir evrimci yalandan ibarettir. Evrim teorisinin öngördüğü çok sayıdaki ara fosilden tek bir tanesinin dahi fosil kayıtlarında varolmaması paleontolojinin en büyük gerçeğidir. Evrimciler Tiktaalik üzerindeki gözboyayıcı yorumlarıyla bu açmazdan kurtulamayacaklarını bilmelidirler.



TESADÜFLERLE TEK BİR PROTEİN BİLE OLUŞAMAZ

Proteinler hem canlı hücrelerinin yapıtaşlarını oluşturan hem de hücre içinde çok çeşitli görevler üstlenen kompleks moleküllerdir.

Bir proteinin tesadüflerle ortaya çıkma ihtimali 10 üzeri 950’de 1’dir. (Bu sayı pratikte “0 ihtimal” anlamına gelir.)

Tek bir protein bile kendi kendine oluşamamasına rağmen yeryüzünde yaşayan veya nesli tükenmiş olan milyonlarca canlı türünün tesadüflerle meydana geldiğini iddia etmek tam bir materyalist-evrimci hezeyanıdır.



FOSİLLER EVRİMİ YALANLIYOR

1. Darwin kitabının "Teorinin Zorlukları" (Difficulties on Theory) adlı bölümünde şöyle yazmıştı:

“Eğer gerçekten türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, neden sayısız ara geçiş formuna rastlamıyoruz? Neden bütün doğa bir karmaşa halinde değil de, tam olarak tanımlanmış ve yerli yerinde? Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat niçin yeryüzünün sayılamayacak kadar çok katmanında gömülü olarak bulamıyoruz... Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka böyle bağlantılarla dolu değil? Jeoloji iyi derecelendirilmiş bir süreç ortaya çıkarmamaktadır ve belki de bu benim teorime karşı ileri sürülecek en büyük itiraz olacaktır.” (Charles Darwin, The Origin of Species, 1. baskı, s.172)

2. John Hopkins Üniversitesi'nden profesör S. M. Stanley bir evrimci olmasına rağmen fosiller konusundaki gerçekleri şöyle itiraf eder:

“Bilinen fosil kayıtları kademeli evrim ile uyumlu değildir ve hiçbir zaman olmamıştır... Paleontologların çoğunluğu, delillerinin Darwin'in bir türün değişimine götüren çok küçük, yavaş ve giderek biriken değişiklikler üzerine yaptığı vurguyla çelişir durumda olduğunu hissetmiştir... Onların hikayeleri de örtbas edilmiştir.” (S. M. Stanley, The New Evolutionary Timetable: Fossils, Genes, and the Origin of Species, Basic Books Inc. Publishers, N.Y., 1981, s.71)

3. Amerikan Doğa Tarihi Müzesi'nden paleontolog Niles Eldredge ve antropolog Ian Tattersall ise fosil kayıtlarının canlılık tarihini anlamak için yeterli olduğunu ve bu kayıtların evrim teorisini hiçbir şekilde desteklemediğini şöyle açıklarlar:

“Ayrı türlere ait fosillerin, fosil kayıtlarında bulundukları süre boyunca değişim göstermedikleri, Darwin'in Türlerin Kökeni'ni yayınlamasından önce bile paleontologlar tarafından bilinen bir gerçektir. Darwin ise gelecek nesillerin bu boşlukları dolduracak yeni fosil bulguları elde edecekleri kehanetinde bulunmuştur... Aradan geçen 120 yılı aşkın süre boyunca yürütülen tüm paleontolojik araştırmalar sonucunda, fosil kayıtlarının Darwin'in bu kehanetini doğrulamayacağı açıkça görülür hale gelmiştir. Bu, fosil kayıtlarının yetersizliğinden kaynaklanan bir sorun değildir. Fosil kayıtları açıkça söz konusu kehanetin yanlış olduğunu göstermektedir.” (N. Eldredge, and I. Tattersall, The Myths of Human Evolution, Columbia University Press, 1982, s. 45-46)

4. Glasgow Üniversitesi paleontoloji profesörü T. Neville George, bu gerçeği yıllar önce şu şekilde kabul etmiştir:

“Fosil kayıtlarının (evrimsel) zayıflığını ortadan kaldıracak bir açıklama yapmak artık mümkün değildir. Çünkü elimizdeki fosil kayıtları son derece zengindir ve yeni keşiflerle yeni türlerin bulunması imkansız gözükmektedir... Her türlü keşfe rağmen fosil kayıtları hala (türler arası) boşluklardan oluşmaya devam etmektedir.” (T. N. George, "Fossils in Evolutionary Perspective", Science Progress, vol. 48, January 1960, s.1)

5. Çoğu insan, fosil kayıtlarından söz edildiğinde, bu kayıtlarla Darwin'in teorisi arasında olumlu bir bağlantı olduğu izlenimine kapılmaktadır. Fakat bu yanılgıdan Science dergisindeki bir makalede şöyle bahsedilir:

“Evrimsel biyoloji ve paleontoloji alanlarının dışında kalan çok sayıda iyi eğitimli bilim adamı, ne yazık ki, fosil kayıtlarının Darwinizm'e çok uygun olduğu gibi bir yanlış fikre kapılmıştır... Darwin'den sonraki yıllarda, onun taraftarları bu yönde (fosiller alanında) gelişmeler elde etmeyi ummuşlardır. Bu gelişmeler elde edilememiş, ama yine de iyimser bir bekleyiş devam etmiş ve bir kısım hayal ürünü fanteziler de ders kitaplarına kadar girmiştir.” (Science, July 17, 1981, s.289)

6. Londra Üniversitesi'nde hücre biyolojisi profesörü olan Edmund J. Ambrose, bu duruma şu sözleriyle dikkat çekmektedir:

"Jeolojik araştırmaların bugün gelinen safhasında, jeolojik kayıtlarda, Yaratılışçıların, Allah'ın her bir türü ayrı olarak yarattığı düşüncesine ters düşecek hiçbir bulgu yoktur..." (Dr. Edmund J. Ambrose, The Nature and Origin of the Biological World, John Wiley & Sons, 1982, p. 164)

Yazarın kitapların 7.000 sayfa ve 6.000 resimlik bölümü Evrim Teorisinin çöküşünü konu almaktadır.

Monday, January 01, 2007

Harun Yahya - An Invitation to the Truth

Harun Yahya - An Invitation to the Truth

Gerçege Davet / Adnan Oktar

Ger�e%u011Fe Davet

AVRUPA BİRLİĞİNE GİRİŞ KONUSUNDA TÜRKİYE'NİN STRATEJİSİ NASIL OLMALIDIR?

AVRUPA BİRLİĞİNE GİRİŞ KONUSUNDA TÜRKİYE'NİN STRATEJİSİ NASIL OLMALIDIR?

Avrupa'daki bazı ülkeler yüzyılı aşkın bir süreden bu yana Darwinist-materyalist öğretilerin etkisi altındadır. Yüksek seciyeli Türk Milleti ise Darwinizm'i, materyalizmi ve bunlardan kaynaklanan ideolojileri reddetmekte ve Yüce Allah'a olan imanını muhafaza etmektedir.

AB'nin bazı materyalist liderleri, dindar bir milletin bünyelerine sokulmasını kabul edilemez ve son derece riskli bulmaktadır. Bu nedenle bütün güçleriyle Türk milletini imani ve ahlaki değerlerden uzaklaştırmaya çalışmakta, Darwinist görüşünü yerleştirmeye gayret etmektedirler.

Darwin'in evrim teorisinin, çoğu insan tarafından sadece bilimi ilgilendiren bir konu olduğu sanılır. Oysa aksine, evrim teorisinin verdiği mesajlar, tarih, felsefe, siyaset gibi pek çok alanı etkilemiştir. Çünkü evrim teorisi insanoğlunun ve tüm diğer canlıların bu dünya üzerinde nasıl ortaya çıktıkları sorusu ile ilgilidir ve bu sorulara verilen cevap, ister istemez bir insanın ve bir toplumun tüm dünya görüşünü değiştirir. Nitekim evrim teorisi, canlıların yaratılmadıklarını iddia ederek başta materyalist felsefe olmak üzere tüm ateist görüşlerin temelini oluşturmuştur. Bilim tarafından açıkça yalanlanmasına rağmen hala bir gerçek gibi sunulmasının ardında da başka bir aldatmaca yatar.

Darwinizm'in Yıkım Dolu Tarihi

20. yüzyılda insanlık pek çok savaşlar, katliamlar, acılar ve yıkımlar yaşadı. Kuşkusuz ki yaşanan belaların sebepleri, ağırlıklı olarak 19. yüzyılda ortaya atılan fikirlerdi. İlk çağlardan beri, yaratılışı inkar eden ve maddenin mutlak varlık olduğunu iddia eden materyalist ideolojiler, Darwin'in ortaya attığı evrim teorisinden güç bulunca, geniş bir alana yayıldılar. Bu çarpık ideolojiler bir anda toplumların hayat felsefesi haline geldiler.

Materyalist ideolojilerin toplumlardaki uygulaması, zayıfı ezen, devlete başkaldıran, aile kavramını hiçe sayan, barış, huzur, kardeşlik tanımayan, sevgi, vefa, saygı gibi manevi değerlerden uzak, her türlü ahlaki değeri yok sayan, sanattan, bilimden zevk almayan nesiller oluşturarak, yalnızca maddeye önem veren bir anlayışın hakim olması şeklindeydi. Materyalist anlayış doğrultusunda toplumlara empoze ettikleri fikirler sonucunda da Allah'ın varlığını ve dini inkar eden, hiç kimseye karşı bir sorumluluğu olmadığını düşünen kitlelerin oluşması hedeflenmişti. Nitekim 20. yüzyılın savaşların, belaların ve sıkıntıların çağı olarak tarih sahnesinde yerini alması, işte bu materyalist zihniyetin bir ürünüydü. Dünya çapında büyük yıkımlara sebep olan faşizm, komünizm gibi ideolojilerin ve emperyalist uygulamaların kaynağında sosyal Darwinist ve materyalist öğretiler bulunmaktaydı.

Din ahlakından uzak bir toplum yapısında, insanlar basit menfaatleri için her türlü acımasızlığı ve haksızlığı yapabilecek bir ahlak geliştirirler. Darwin'in evrim teorisinden kaynak bulan bu ahlak, insanların kıyasıya bir çıkar mücadelesi sürdürmelerini ve bu mücadelede güçlülerin galip gelmesini öngörür. Sonuçta toplumda şiddet, hırsızlık, yolsuzluk gibi suçlar giderek artar. Bazıları bu çıkar mücadelesinde üstün gelerek katı ve vicdansız birer robot haline gelir. Bazıları ise mücadeleyi psikolojik yönden kaldıramaz, bu nedenle içlerine kapanır ve bunalıma girerler.

Darwinistlerin sapkın zihniyetlerine göre, adam öldüren, hırsızlık yapan, tecavüz eden kişi, henüz evrimleşmesini tamamlayamamıştır. Bu çarpık anlayışın hedefi her türlü suçu meşrulaştırmaktır.

Günümüz Dünyasında Durum Nasıl?

20. yüzyıl geride kaldı. Şu an 21. yüzyılda; yepyeni bir çağdayız. Ancak, tüm evrenin ve canlılığın kör tesadüflerin eseri olduğunu iddia eden Darwinizm, günümüzde de insanlık için büyük bir tehlike olmaya devam ediyor. Darwinistler, büyük bir aldatmaca olan ideolojilerini ayakta tutmak amacıyla 150 yıldır durmaksızın çirkin bir mücadele yapıyorlar. Dünya genelinde yazılı ve görsel basında sıkça rastladığımız aldatıcı evrim propagandalarının neticesinde bugün dünyanın çeşitli bölgelerinde -özellikle Avrupa'da- dindar bilinen insanlar bile Darwinizm'i gerçek sanmakta, hayatı materyalist bir anlayış içinde yorumlamaktadırlar.

Bugünkü Avrupa'yı ele aldığımızda ortak paydanın diyalektik materyalizm ve Darwinizm olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Avrupa'daki neredeyse tüm partiler; Komünistler, Sosyalistler, Hıristiyan Demokratlar, Yeşiller ve diğerleri Darwinizm'in öngördüğü dünya ve hayat görüşünde birleşmektedirler. Avrupa'da rahiplerin bile büyük çoğunluğu Darwinist eğitimden geçmiş ve pasifize edilmiştir. (Yakın zamana kadar Vatikan'ın bile Darwinizm'i savunduğu unutulmamalıdır.) Diğer taraftan Avrupa'da iktidarları elinde tutan veya iktidar ortağı olmaya soyunan pek çok parti ateizmi benimsediklerini ilan etmiş durumdadır. Avrupa düşüncesinin temeline yerleşmiş olan diyalektik materyalist ve Darwinist ilkeler, sadece Avrupa insanına değil, bugüne kadar bütün insanlığa zarar vermiş ve halen vermektedir.

Darwinistlerin hedefi din, devlet, aile, ahlak gibi yüce değerlerin olmadığı, komünal hayvani yaşamın olduğu, sadece yaşamayı, eğlenmeyi, bencil çıkarları amaçlayan bir yapıdır. Bu hedefin önünü ise Türk Milleti imanı ve güzel ahlakı ile kesecektir.
Avrupa'da yaşanan ahlaki çöküntünün kaynağı

Marksizm-Darwinizm bağlantısı bugün herkesçe kabul edilen çok açık bir gerçektir. Ve bilindiği gibi Marksist düzende devlet yoktur, din yoktur, namus yoktur, aile yoktur. Bugün Avrupa ülkelerinin birçoğunun geldiği nokta da budur. Avrupa'da aile önemini yitirmiş, din ahlakına cephe alınmış, namus, şeref gibi kavramlar yok olmaya yüz tutmuştur. Din ahlakından uzak bir yaşantının sonucunda vicdanlar körelmiş, adalet, merhamet, sadakat ve vefa gibi güzel ahlak özelliklerine rastlanamaz hale gelinmiştir.

Darwinist zihniyetin toplum üzerinde yaptığı tahribatı gözler önüne seren bir araştırmanın sonuçlarına göre, önde gelen bir Avrupa ülkesinde gençlerin %50'ye yakını tecavüzü normal karşılamaktadır. Hiç kuşku yok ki bu durum, toplumların din ahlakından uzaklaşmalarının neticelerinden yalnızca biridir.

Din ahlakının yaşanmadığı toplumlarda sıkça görülen bir başka dejenerasyon örneği de eşcinselliğin yaygınlaşmış olmasıdır. Bu çirkin sapkınlığın günümüzde en yaygın olarak Avrupa ülkelerinde yaşanıyor olması hatta bazı Avrupa ülkelerinde bu sapkınlığın normal bir durum olarak kabul edilişi de başta da vurguladığımız üzere bu ülkelerdeki egemen Darwinist öğretilerden ve telkinlerden dolayıdır. Eşcinselliğin genetik kökeni olduğu şeklindeki iddia, bu sapkınlığı masum ve meşru gibi göstermek için Darwinizm'e dayandırılarak ileri sürülen asılsız tezlerden biridir.

Türk halkı darwinizmi reddediyor

Araştırmalar Türk Milletinin, Darwinizm'i reddettiğini göstermektedir. Yakın dönemde gazetelerde yer alan bir haber, 32 Avrupa ülkesinde yapılan araştırmaların sonuçlarını ortaya koymuştur. Buna göre Avrupa ülkelerinde büyük çoğunluk evrime inanmakta,Türk halkının ezici çoğunluğu ise Darwinizm'i reddetmektedir. Bu sonuçların ortaya koyduğu gerçek şudur; Türk Milleti Darwinizm'in, materyalizmin ve bunlardan kaynaklanan ideolojilerin karşısında yer almakta, Allah'a imanını muhafaza etmektedir. Gerçekten de Türk insanı devletine bağlı, devletine güvenen, dindar, sevgi dolu ve güzel ahlaklı insanlardır. Bu, tarih boyunca böyle olmuştur, bundan sonra da Allah'ın izniyle böyle olacaktır.

Türkiye'nin mirasçısı olduğu Osmanlı'yı tüm dünyaya örnek kılan yapı İslam ahlakıdır. Dünyanın etnik ve dini çeşitlilik bakımından en renkli ve idaresi en güç bölgelerini asırlar boyunca hakimiyeti altında tutan Osmanlı'yı ayakta tutan güç, özünü Kuran ahlakından alan manevi değerler olmuştur. Milli ve manevi değerlerine sahip çıkan, sahip olduğu medeniyet mirasını iyi değerlendiren ve yüzünü her zaman Batıya dönük tutan bir Türkiye, tıpkı geçmişte olduğu gibi gelecekte de tarihi yönlendirenler arasında yer alacaktır.

Materyalizme karşı bilinçli bir eğitim politikası izlemek, Türk-İslam ahlakını en güzel şekilde yaşamak, özdeğerlerimize sahip çıkmak, ateizmin ve bölücülüğün korkunç sonuçlarından korunabilmenin de tek yoludur. İnsana sevgi duymanın, güzel ahlakın, şefkatin ve merhametin önemini bilerek yetişen, itaatli ve nitelikli bir gençlik yerine Darwinist eğitimden geçirilmiş gençlik konulduğunda sonuç toplumsal yıkımdır.
Avrupa'nın Fikri Temelleri AB'nin Politikalarını Belirliyor

Yaratılış Gerçeği'ni ve din ahlakını reddeden bir oluşumda, dindar kimliğiyle ön plana çıkan Türk halkının, ateizmin kök saldığı Avrupa'da şu anda kabul görmeyeceği açıktır. Dahası böyle bir toplumun Avrupa'nın fikri temellerini sarsabileceği gerçeği, AB'yi fazlasıyla rahatsız etmektedir. AB'nin materyalist liderleri, dindar bir milletin bünyelerine sokulmasını kabul edilemez ve son derece riskli bulmaktadır. Onlara göre, materyalist düşünce ve ahlak yapısının Türk halkına benimsetilmesi zorunludur. Bunun bilincinde olan Avrupalı materyalist liderler, bütün güçleriyle milletimizi imanından, ahlakından koparmaya çalışmakta, Darwinist dünya görüşünü yerleştirmeye gayret etmektedirler.

AB'nin Türkiye Üzerinde Ne Gibi Planları Var?

Avrupalı materyalist liderlerin hedefi, Türkiye Cumhuriyeti'ni güçten düşürmek, milletimizi Batılı olma gerekçesi altında materyalizme çekmektir. Bilindiği gibi Osmanlı'nın son döneminde -özellikle Fransa kaynaklı fikirlerin etkisi altında kalmış- sözde aydın bazı kimseler, okumuş kesime Darwinizm'i aşılamışlar; bu, Osmanlı'nın çöküşünde öldürücü bir darbe olmuştur. Bugün de bazı odaklar kendi sapkın öğretilerini insanlarımızın zihnine empoze etme çabasındadırlar. Milletimizi Darwinist-materyalist yaparak milli birliğimizi bozmak, milli bilinci sekteye uğratmak, böylece Kıbrıs, Musul ve Kerkük gibi asla taviz veremeyeceğimiz meselelerde insanlarımızı manen güçsüz hale getirmek amaçlanmaktadır. Avrupa'nın asıl planı ise, doğu bölgelerimizi Ermenistan ve Kürdistan adlarıyla Türkiye'den koparmaktır. Böylelikle, ülkemiz ve Orta Asya'daki Türk devletleri arasında geniş bir tampon bölge oluşturulması, Türkiye'nin bu bölge ile bağı koparılarak muhtemel bir Türk Birliği'nin engellenmesi hedeflenmektedir.

Darwinizm milli, manevi değerleri felç eden bir zehirdir

Darwinizm'in tuzağına düşen bir insan, milli irade, manevi güç ve mücadele azmini kaybeder. Darwinizm'e inanan bir insan kendini uçsuz bucaksız evrende tesadüfler sonucu meydana gelmiş bir mahluk olarak görür. Din, devlet, aile gibi kutsal kavramları sosyal evrimle gelişmiş bir aldatmaca olarak kabul eder. Komünist dünya görüşü bu mantıkla gelişmiştir ve halen insanlık için en büyük tehlikedir.

Darwinizm'in ortadan kalkması demek, insanların "yaratılış ve yaşamın asıl amacı" hakkında doğru cevapları bulmaya başlamaları demektir. Evrenin ve canlıların, Darwinistlerin saçma iddialarındaki gibi "kör tesadüflerin" eseri olamayacak kadar mükemmel ve kusursuz olduğunun farkına varan bir kişinin, öğrenmek isteyeceği ilk şey, bu harika düzenin nasıl ve kim tarafından, ne şekilde var edildiği olacaktır. İnceleme ve araştırmaları ise onu tek bir cevaba ulaştıracaktır: Evren ve içindeki tüm canlılar, üstün olan Yüce Rabbimiz'in eseridir.

Bu apaçık gerçeği anlayan kişinin bundan sonra yapacağı şey ise, Yaratıcımız'ı tanımak ve O'nu gereği gibi takdir edebilmek için çaba göstermek olacaktır. Allah'ın emrettiği gibi bir hayat süren insan, her türlü ahlaksızlıktan şiddetle kaçınacak, adil olacak, hile yapmayacak, dolandırıcılık yapmayacak, mazlumun hakkını koruyacak, haksızlıktan sakınacaktır.

İşte bu nedenle Darwinizm'i savunanlar, aldatmacalarının, sahtekarlıklarının, eksikliklerinin, çarpıklıklarının, akıl ve mantık dışı iddialarının deşifre edilmesini hiçbir zaman istemezler. Din ahlakını anlatan, materyalizm ve Darwinizm'e karşı fikri mücadele içinde olanlara büyük bir öfke ve kin duyar ve onlara karşı eyleme geçerler.

Türkiye'nin önümüzdeki dönemdeki stratejisi nasıl olmalıdır?

Türk insanı güzel ve örnek bir ahlak sahibidir. Efendi mizaçlı, haysiyetine ve şerefine düşkün, kanaatkar, devletine sadakatli ve insancıldır. En güzel yiyeceği konuklarına sunacak kadar misafirperver, fedakar ve sevgi doludur. …zellikle Anadolu halkının ekserisi bu şekilde üstün bir karaktere sahiptir. Anadolu'da var olan dindarlık, sevgi, dostluk, fedakarlık anlayışı, güzel olan herşeye muhabbet, misafirperverlik, örf ve ananelerin insancıllığı, özetle her türlü insani, ahlaki, manevi güzellik bütün dünya insanlığı için en ideal hayat anlayışı ve yaşam şeklidir. Bütün dünyanın, özellikle Avrupa'nın bu anlayışa, bu insani moral değerlere şiddetle ihtiyacı vardır. Darwinist, materyalist, ateist anlayışın hakim olduğu Avrupa Birliği uzun veya kısa vadede yıkılmaya mahkumdur. Fakat Türk Milleti'nin üstün meziyetlerini, güzel ahlakını hayat tarzı olarak benimseyen bir AB, mükemmel bir yapıya kavuşacaktır. Bunun için, Türkiye'nin -Türk ve İslam Alemi'nin lideri- büyük bir devlet olarak AB'ye girmesi, onları kendi manevi ikliminde eritmesi, hayati derecede önemlidir. Sevgi, merhamet, fedakarlık gibi Anadolu'da var olan güzel ahlak özelliklerini Avrupa insanına öğretmek, onları Allah'a imana ve maneviyata yöneltmek amaçlanmalıdır. Türk Milleti imanı ve güzel ahlakı ile bütün dünyayı iyiliğe, imana, güzelliğe, samimi sevgiye yöneltecektir. Anti-Darwinist, anti-materyalist, dindar, milliyetçi, aydın Türk Milleti bu tarihi görevi büyük bir başarı ile yerine getirecektir.

Thursday, December 14, 2006

TEMPO DERGISI'NIN ADNAN OKTAR ILE YAPTIGI ROPORTAJ

“Benim asıl istediğim, bütün Türk dünyasında, İslam dünyasında birlik, kardeşlik olsun. Büyük Türkiye olsun. Türk-İslam aleminin lideri olarak, Avrupa Birliği’ne girelim. Süper güç olalım. Anadolu’daki güzel sevgi, şefkat, merhamet anlayışı, bütün dünyaya yayılsın. Amerika’da, Avrupa’da bir ruhsuzluk hâkim. Aile sevgisi yok, insan sevgisi yok, merhamet yok, şefkat yok. Egoistlik ve bencillik alabildiğine yayılmış. Bunlar ortadan kalksın. Anadolu’daki o güzel İslam sevgisi dünyaya yayılsın istiyorum.”


Oktar Babuna’nın annesi ve babası için birtakım iddialarda bulunmasına ne diyorsunuz? Aileler neden şikayetçi?

Ben, o tartışmaları basından duyuyorum. Duydum. Karşılıklı iddialaşmalar var. Bunlar, en azından aile içinde halledilmesi gereken şeylerdir. Böyle, bu şekilde, kamuoyu önünde tasvip edilebilecek şey değil. Bir eksik, kusur varsa, babasında bir yanlış görüyorsa, kendisine gidip anlatabilir, söyleyebilir. Babası onda bir kusur eksik görüyorsa, yine ona bunu söyleyebilir. Ama bunu, böyle kameraların karşısında, karşılıklı, iki tarafın da birbirini suçlaması... Ben tasvip etmiyorum.

İnsanlar tabiî görmediği şeylerle ilgili, bir kuşku ve şüphe içinde olabilirler. Ama görüp tanıdıktan sonra bu genele dağılır. Benimle görüşmeyen bir insan, belki vesvese içinde olabilir. Ama görüp, tanıdıktan sonra genellikle insanlar bana karşı hem sevgi duyuyorlar hem de saygıları çok güçlü oluyor. Bunun nedeni; ben samimi insanım. İçi dışı birim. Gizlim, saklım yok. Fikirlerimi de açık açık kitaplarımda yazıyorum. Dergilerde, gazetelerde fikirlerimi beyan ediyorum. Benim fikirlerim, kitaplarımda. Etrafıma adam toplamak gibi bir durumum yok. Öyle bir şeye ihtiyacım da yok. Çünkü ben fikirlerimi anlatacaksam, zaten kitaplarımda anlatabiliyorum.

Bütün gününüz kitap yazmakla mı geçiyor?

Tabii okuma, araştırma, yazma benim geniş vaktimi alıyor. Ama sadece bunlar değil tabii. Benim boş vaktim de oluyor. O vakitlerde de genellikle sürrealist, güzel resimler yapıyorum. Hatta 3 metreye 3 metre, 3 metreye 2 metre, büyük tablolarım var. Onlarla uğraşıyorum. Arkadaşlarımın çoğuna hediye ettim. Onların işyerlerinde var bu tablolar. Çok da beğeniyorlar. Hayvanları severim. Kedilerim var. Tavşanlarım var. Onlarla ilgileniyorum. Köpeklerim var. Çiçeklerle ilgileniyorum. Ama tabii sohbetlerim de oluyor arkadaşlarımla. Bu tip dost sohbetleri, bu tip arkadaş sohbetleri oluyor.

Ben sevgiden, şefkatten, merhametten hoşlanan bir insanım. Benim çevremdeki insanlar, beni bilirler. Son derece merhametli bir insanım. Şefkat doluyum. İnsanlara sevgiyle yaklaşmak, benim en çok hoşlandığım şeylerden birisi. Dinimizin hedefi de zaten sevgi, merhamet, dostluk. Ben din terbiyesi içerisinde kendimi yetiştiriyorum. Dolayısıyla tabii ki hedefim sevgidir, merhamettir, şefkattir, muhabbettir. Verilen imaj, bir tek benim için yapılan bir şey değil. Bu tarih içinde, Allah yolunda mücadele eden herkese -ne kadar iyi olursa olsun, ne kadar sevgi dolu olursa olsun, ne kadar şefkatli olursa olsun- çok vahim isnatlarda bulunulmuştur. Mesela Peygamber Efendimiz (sav)’e delilik iddiasında -haşa- sahtecilik, yalancılık iddiasında bulunulmuştur. Bütün peygamberlere ve onlara bağlı olan diğer Müslümanlara, çok galiz iddialarda bulunulmuştur. Hazreti İsa’ya, İbrahim’e, Musa’ya, İshak’a da aynı iddialarda bulunulmuştur.

Peki peygamberler gibi aynı şeye mi maruz kaldığınızı düşünüyorsunuz?

Peygamberler ve onların yolunda olan insanlara da... Peygamberlerden Hz. İsa’nın yardımcılarına da zulüm edilmiştir. Peygamberimizin sahabelerine zulüm edilmiştir. Hatta sahabeleri yakmışlardır, ateş çukurunda. Bununla ilgili ayet var.

Siz de aynı şeye mi tabi tutulduğunuzu düşünüyorsunuz?

Allah yolunda olan her insanın, başına bu gelir. Eğer ben Allah’ı ve dini savunmasaydım hiçbir sorun çıkmazdı. Sorunun ana nedeni Allah’ı, dini savunmamdır. Darwinizm’e karşı olmasaydım, Allah’ı, dini savunmasaydım, inanın hiçbir sorun çıkmazdı. Konu sadece budur. Benim asıl istediğim, bütün Türk dünyasında, İslam dünyasında birlik, kardeşlik olsun. Büyük Türkiye olsun. Türk-İslam aleminin lideri olarak, Avrupa Birliği’ne girelim. Süper güç olalım. Anadolu’daki güzel sevgi, şefkat, merhamet anlayışı, bütün dünyaya yayılsın. Amerika’da, Avrupa’da bir ruhsuzluk hâkim. Aile sevgisi yok, insan sevgisi yok, merhamet yok, şefkat yok. Egoistlik ve bencillik alabildiğine yayılmış. Bunlar ortadan kalksın. Anadolu’daki o güzel İslam sevgisi dünyaya yayılsın istiyorum.

Kendinizi mehdi mi ilan ettiniz ?

Mehdi, hiçbir zaman, ben mehdiyim demez. Rivayetlerde de böyle belirtiliyor. Ayrıca ben, mehdilikle ilgili, bir imada dahi bulunmadım. Çok komik olur, yani böyle akılsızca bir iddia ki bunu ben yapmam. Hiçbir zaman için de yapmadım. Hiç kimse de böyle bir iddiada bulunamaz. Ama mehdi ile ilgili hadisleri bir araya getirdim, bunları yorumsuz olarak aktardım. Bunlarla ilgili sitemde bilgi var, kitaplarım var. Bunlar doğru. Ama bu konularla ilgilenen, bu konuda kitap yazan her insana, ‘acaba senin böyle bir iddian var mı?’ derler. Deniyor. Ben de açıkça söylüyorum, benim böyle bir iddiam yok. Mehdilik ayrıca bir iddia değildir. Gayret etmekle çalışmakla, mehdi olunmaz. Profesörlük gibi değildir, mehdilik. Mehdi yaratılmak lazım. Kaderde olması lazım. Mesela ‘ben İsa olacağım’ demekle İsa olunmaz. ‘Hazreti Muhammed olmak istiyorum’ deyip, Hazreti Muhammed olunmaz.

Eğitiminiz nedir?

Lise öğrenimimi Ankara’da tamamladım. Sanatı, Cenab-ı Allah’ın kusursuz yaratışının bir tecellisi olarak gördüğümden ve resim yapmaya olan ilgim nedeniyle, 1979 yılında İstanbul Mimar Sinan Üniversitesi, Endüstri Tasarımı Bölümü’ne derece ile girdim. Böylece yüksek öğrenim hayatım başlamış oldu. Daha sonra da felsefi akımları, özellikle de Marksizm, Leninizm, Sosyal Darwinizm ve komünizm gibi, insanlığa büyük belalar getiren ideolojilerin mantık örgüleri hakkında daha geniş kapsamlı bilgi edinebilmek için, İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde öğrenim gördüm.

Bugüne kadar 250’ye yakın kitap yazdınız? Bir kitabı kaç günde yazıyorsunuz?

Ele alacağım konuya göre, eserlerimi kaleme alma sürem değişmektedir. Fen bilimlerindeki verilerden istifade ederek yazdığım kitaplarımın, yazım aşamasının bitmesi, nispeten daha uzun sürüyor. Zira çok detaylı araştırmalar yapılması gerekiyor. Bilimde, gelişen teknolojiyle birlikte sürekli yeni bulgular elde ediliyor. Bunları mümkün olduğunca eserlerime aktarmaya çalışıyorum. Çünkü Yüce Allah’ın doğada var ettiği kusursuz dengeleri, canlılara bahşettiği hayat sistemleri ve fonksiyonları en ince ayrıntısına kadar ortaya koymayı son derece önemli görüyorum.

İmani konularla ilgili eserlerimi ise genellikle birkaç günde bitirdiğimi söyleyebilirim. Orta öğrenim gördüğüm yıllardan beri, düzenli olarak Kuran-ı Kerim okuduğumdan ve büyük İslam âlimlerinin hemen hemen tüm eserlerini bitirdiğimden, bilgi birikimimi Allah’ın izniyle süratle yazıya dökebiliyorum.

250’ye yakın kitabınızın binlerce baskısını bedava dağıttınız. Bunun maliyeti nedir?

Eserlerimin yayıncısı olan Global Yayıncılık, bazı kitaplarımı dönem dönem promosyon amacıyla ücretsiz olarak dağıttırmaktadır. Bu faaliyet, Global Yayıncılık yönetiminin tamamen ticari amaçlarla aldığı bir karar neticesinde gerçekleşmektedir. Her kitap şirketinin promosyon çalışması vardır. Bu da o tür bir çalışmadır.

Mali kaynaklarınız nelerdir?

Aile büyüklerimizden kalan miraslar var. Bunların gelirleri bana yetiyor. Büyük bir harcama gereksinimim olmuyor. Zira zamanımın büyük bölümü kitaplarımı yazmak ve yakın dostlarımla görüşmek ile geçiyor. Kitaplarımın satışından, herhangi bir telif hakkı almıyorum. Bu kitapları yalnızca Allah rızası için yazıyorum. Maddi hiçbir beklentim yok.

Davanız zamanaşımı nedeniyle ortadan kalktı. Yani aklanmadınız...

Davanın zamanaşımına uğraması tabii ki istediğim bir sonuç değildi. Ben beraat bekliyordum. Dosyada, en küçük bir suç unsuruna işaret edebilecek, tek bir kanıt bile yok. Buna mukabil masumiyetimize ilişkin klasörler dolusu belge var. Dolayısıyla delillerin gösterdiği şu ki; zamanaşımı dolmasaydı beraat olacaktı. Zamanaşımı kararı beraat hakkımızı elimizden almış gibi bir şey oldu. Ancak Yüce Allah kaderi demek ki böyle yaratmış.

Çevrenizdekiler neden tek tip kıyafet giyiyor? (Kızlar pantolon, ceket, balıkçı yaka kazak, fular; erkekler tak›m elbise, jöleli saç ve bronz ten)

Öncelikle şunu söyleyeyim, çevremde bu dediğiniz tarzda kıyafetli insanları çok nadir görüyorum. Etrafımdaki insanlardan kastınız eğer, fahri başkanı bulunduğum vakıfların camialarının mensuplarıysa, reşit bireyler olarak kendi istedikleri şekilde giyiniyorlardır, diye düşünüyorum. Benim kesinlikle, bu vakıfların camialarına mensup insanların kıyafetleri ile ilgili bir talebim olmuyor, zaten olamaz da. Ayrıca bahsettiğiniz bu kıyafetleri ülkemizde pek çok insanın üzerinde görebilirsiniz. Özel bir mana taşıdığını düşünmüyorum.

İmamlar ve bacılar şeklinde örgütlendiğiniz öne sürülmüştü.

Onlar, gazete dedikodularından derlenip polis tutanaklarına yazılmış uydurma şeyler. O tutanaklar, öyle bir şiddet ve baskı ortamında düzenlendi ki kime hangi evrak getirilse mutlaka imzalardı. Önümüze getirilen düzmece ifadeleri imzalamaktan başka ikinci bir yol yoktu. Zaten o sahte tutanakları hazırlayanlar, bugün hem polislikten atıldılar hem de işkence suçundan yargılanıyorlar.

Beş vakit namazı kıldırmadığınız, iddia ediliyor.

Namaz, İslam’ın şartlarından biridir. Asla, hiç kimseye iki vakit namaz kılın, beş vakit kılmayın diye bir şey söylemedim. Namaz Cenab-ı Allah’ın emridir. Beş vakit namazımı kılıyorum.

Ailelerin, çocuklarını ikna ya da tehdit yoluyla kontrol ettiğiniz yolundaki iddialarına ne diyorsunuz?

Bakın, benim aleyhimde, birinden bir şey duyduğunuzda bunun kaynağını ve delilini mutlaka çok iyi inceleyin. Yoksa, yanlış yönlendirilebilirsiniz. Şimdi bunlar da fikren bana husumet besleyenlerin, uydurdukları mesnetsiz ithamlar. Bu yalanlar, bizzat muhatapları tarafından, birinci ağızdan reddedildi. Sorduğunuz için cevap vereyim; benim yanımda çalışan hiç kimse bulunmuyor. Yakınlarıma ve arkadaşlarıma ise hiçbir zaman böyle telkinlerde bulunmadım. Bulunmam da mümkün değil.

Aile sevgisinin, Allah’a şirk koşmak olduğunu söylediğiniz öne sürülüyor.

Böyle bir şey söylemedim. Ben Ehl-i Sünnet inancını benimsemiş bir insanım. Peygamberiz aile kavramına çok önem verirdi. Resulullah (sav) bir hadis-i şerifinde “Sizin en hayırlınız ailesine karşı en hayırlı olanınızdır” buyurmuştur. Benim, aksini savunmam, inancım gereği mümkün değildir.

BAV'IN ÇALIŞMALARI NATURE DERGİSİ'NDE

Dünyaca tanınmış bilim dergisi Nature’ın 23 Kasım 2006 tarihli sayısında “Evrim Karşıtları Avrupa’da Profillerini Yükseltiyorlar” başlıklı özel bir haber yayınlandı. Haberde, Maciew Giertych isimli Polonyalı bir biyoloğun Avrupa Parlamentosundaki parlementerler için düzenlediği “Avrupa’da Evrim Teorisini Öğretmek” başlıklı seminere yer verildi.

Nature Dergisi’ndeki haberde İtalya, Almanya, Polonya, Fransa ve İngiltere gibi Avrupa ülkelerindeki okulların müfredatlarında, evrim ve yaratılış konularının ne şekilde yer aldığı ele alınıyordu. Haberde Bilim Araştırma Vakfı’nın Türkiye’deki çalışmalarına da yer verilmişti:

“Hareketin en güçlü olduğu yer Avrupa Birliği’ne girmeye hazırlanan Türkiye’dir... Ana yaratılışçı organizasyon, Bilim Araştırma Vakfı, önde gelen Amerikan yaratılışçıları konferans vermeleri için sık sık Türkiye’ye davet etmekte.

Jones birçok yaratılışçı yayının indirimde bulunduğu ve son derece popüler olduğunu kanıtladığını söylediği İstanbul Kitap Fuarı’ndan yeni döndü. Jones şu açıklamada bulundu:

“Yaratılışçılık Türk politikasında ana bir konu; tartışma Amerika’dan çok daha gergin. Bütün okullarda okutulan biyoloji kitapları yaratılışçı tonda.”

Haberde ayrıca, Almanya’daki bazı okullarda Yaratılış gerçeğinin öğretilmesinden kaynaklanan tartışmaya ve İtalyan Eğitim Bakanı Letizia Moratti’nin isteğiyle evrim teorisinin orta öğretim müfredatından çıkarılmasının ardından yaşananlara yer verilmiş.

Rusya’daki yaratılışçı grupların yürüttükleri yaratılış araştırmalarından da örnekler verilen haberde, özellikle İngiltere’de yaratılışçılığın hızla yükseldiği belirtilmektedir:

Londra Üniversitesi Koleji’nden evrim hakkında yaygın olarak ders vermiş olan genetikçi Steve Jones, yaratılışçı grupların artan etkilerinden endişelenenlerden birisi. “Evrimle ilgili olarak geçen 20 yılda 100 binden fazla İngiliz okul öğrencisinin önünde konuştum, ancak bu zaman zarfında, bana yaratılışçılıkla ilgili hiç soru sorulmadı. Ancak geçen birkaç yıldır, nereye gitsem bu sorularla karşılaşıyorum.”

Jones, haberin sonunda Avrupa ülkelerinde evrim teorisinin hiçbir zaman ABD’deki gibi güç kaybetmeyeceğine, her zaman evrimin güçlü kalacağına inandığını, ancak Türkiye için aynı duyguları taşımadığını dile getirmektedir. Bu açıklamalar, Bilim Araştırma Vakfının ve Harun Yahya’nın Darwinizm konulu çalışmalarının güçlü etkisini gözler önüne sermektedir.

Saturday, December 02, 2006

KİTAP EHLİNDEN İMAN EDENLER BİRBİRLERİNİN VELİSİDİRLER

İslam, barış, sevgi ve hoşgörü dinidir. Ancak günümüzde bazı çevreler İslam ahlakını yanlış bir imajla tanıtmaya çalışmaktadırlar. Yeryüzünü bir "barış ve esenlik yurdu" haline getirmeyi emreden İslam dinini, tam zıddı şekilde göstermeye çalışan bu çevreler, diğer dinlerin mensupları ile Müslümanlar arasında bir uyuşmazlık var gibi göstermeye çalışmaktadırlar. Oysa İslam ahlakının, Kuran'da "Ehl-i Kitap" olarak isimlendirilen Yahudilere ve Hıristiyanlara karşı bakışı son derece adil ve merhametlidir. Allah Kuran'da şöyle bildirmektedir:

Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarıınızdan sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah, adalet yapanları sever. (Mümtehine Suresi, 8)

İçlerinde zulmedenleri hariç olmak üzere, Kitap Ehliyle en güzel olan bir tarzın dışında mücadele etmeyin. Ve deyin ki: "Bize ve size indirilene iman ettik; bizim ilahımız da, sizin ilahınız da birdir ve biz O'na teslim olmuşuz." (Ankebut Suresi, 46)

Kuran'da Kitap Ehli'nden samimi iman edenler olduğu ise şöyle bildirilmektedir:

Şüphesiz, Kitap Ehlinden, Allah'a; size indirilene ve kendilerine indirilene -Allah'a derin saygı gösterenler olarak- inananlar vardır. Onlar Allah'ın ayetlerine karşılık olarak az bir değeri satın almazlar. İşte bunların Rableri katında ecirleri vardır. Şüphesiz Allah, hesabı çok çabuk görendir. (Al-i İmran Suresi, 199)

... Kitap Ehli'nden bir topluluk vardır ki, gece vaktinde ayakta durup Allah'ın ayetlerini okuyarak secdeye kapanırlar. Bunlar, Allah'a ve ahiret gününe iman eder, maruf olanı emreder, münker olandan sakındırır ve hayırlarda yarışırlar. İşte bunlar salih olanlardandır. Onlar hayırdan her ne yaparlarsa, elbette ondan yoksun bırakılmazlar. Allah, muttakileri bilendir. (Al-i İmran Suresi, 113-115)

Gerçek şu ki, iman edenlerle Yahudiler, Sabiîler ve Hıristiyanlardan Allah'a, ahiret gününe inanan ve salih amellerde bulunanlar; onlar için korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. (Maide Suresi, 69)

Allah'ın kullarına bir hidayet rehberi olarak gönderdiği hak kitaplarında sevgiye, barışa, hoşgörüye ve adalete dayalı bir toplum modeli tarif edilmektedir. Örneğin Allah Maide Suresi'nde Yahudilere indirilen Tevrat'ın insanlar için bir yol gösterici olduğunu bildirmektedir:

Gerçek şu ki, Biz Tevrat'ı, içinde bir hidayet ve nur olarak indirdik. Teslim olmuş peygamberler, Yahudilere onunla hükmederlerdi. Bilgin-yöneticiler (Rabbaniyun) ve yüksek bilginler de (Ahbar), Allah'ın kitabını korumakla görevli kılındıklarından ve onun üzerine şahidler olduklarından (onunla hükmederlerdi.)... (Maide Suresi, 44)

Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar, aralarındaki tarihsel sorunlara, ön yargılara, yanlış anlamalara veya taassuba dayanan tartışmalara ve çekişmelere tamamen son vermelidirler. Her üç dinin mensupları da birbirlerine anlayış ve hoşgörü içinde yaklaşmalıdır. Önemli olan, farklılıkları değil ortak noktaları gündeme getirmek, zorlaştırıcı değil kolaylaştırıcı, yıkıcı değil yapıcı, engelleyici değil yardımcı, ayırıcı değil tamamlayıcı, bölücü değil birleştirici olmaktır. Allah Kuran'da iman edenler üzerindeki bu sorumluluğu şöyle bildirmektedir:

İnkar edenler birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk (fesat) olur. (Enfal Suresi, 73)

Allah iman edenlere yeryüzünde barışı sağlamalarını ve barışın koruyucuları olmalarını emretmiştir. Yeryüzünde bozgunculuk yapanları, haklı bir gerekçesi (savunma veya mazlumları kurtarma amacı) olmadan savaş çıkaranları, düzeni bozanları, masum insanları katledenleri lanetlemiştir. Rabbimiz'in emrettiği ahlakı yaşayan müminlerin, önemli sorumluluklarından biri de insanlar için barışı ve güvenliği sağlamak, tüm insanların huzur içinde yaşayabilecekleri bir dünya meydana getirebilmektir.

Savaşların, çatışmaların ve her türlü kargaşanın temelinde insanların gerçek din ahlakından uzaklaşmaları vardır. Kimi zaman da sözde din adına ortaya çıkan bazı kimselerin sapkın yorumları, gerçek din ahlakı hakkında yeterince bilgi sahibi olmayan kimseler üzerinde etki edebilmektedir. Ve bu durum onları din ahlakına hiçbir şekilde uymayan eylemler yapmaya yönlendirebilmektedir. Anlaşmazlıkların ve sorunların şiddet yoluyla çözülmesi gerektiğine inananlar, baskıcı ve despot uygulamalarıyla insanlara zulmedenler karşısında iman edenlerin iş birliği önem kazanmaktadır.

İman eden her Hıristiyan, her Müslüman, her Yahudi bu doğrultuda elinden gelen tüm çabayı göstermekle mükelleftir. Tek bir Allah'a iman eden, O'nun rızasını kazanmaya çalışan, O'na tam bir teslimiyetle teslim olmuş, O'na gönülden bağlı, O'nu yücelten, temelde aynı değerleri savunan Müslümanların, Yahdilerin ve Hıristiyanların ortak hareket etmeleri en doğrusudur. Samimi olarak iman edenler, din ahlakının yaşanması, dinsizliğin neden olduğu belaların engellenmesi, ateizm ve materyalizmle fikri alanda mücadele edilmesi konularında ittifak etmelidirler.

Bilgisizlikten veya din ahlakına karşı olanların provokasyonlarından kaynaklanan ön yargılar ortadan kaldırılmalı, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar el ele vererek güzel ahlakı yeryüzüne yaymaya çalışmalıdırlar. Bu birlik, sevgi, saygı, hoşgörü, anlayış, uyum ve işbirliği prensipleri temel alınarak bina edilmelidir. Durumun ne kadar acil olduğu göz önünde bulundurulmalı; çekişme, tartışma ve ayrılığa yol açacak unsurlardan şiddetle kaçınmalıdır. Kuran'da Müslümanların Kitap ehline birlik çağrısı şöyle bildirilmektedir:

De ki: "Ey Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda müşterek (olan) bir kelimeye (tevhide) gelin. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiç bir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp bir kısmımız (diğer) bir kısmımızı Rabler edinmeyelim."… (Al-i İmran Suresi, 64)

Friday, December 01, 2006

AVRUPA’DA EN HIZLI YAYILAN DİN İSLAM

Son yirmi yıldır dünya genelinde Müslümanların sayısında istikrarlı bir artış söz konusudur. 1973 yılında yapılan istatistikler dünya çapında Müslüman nüfusun 500 milyon olduğunu gösterirken, bugün bu rakam 1.5 milyara yaklaşmıştır. Her dört kişiden birinin Müslüman olduğu günümüzde, Müslümanların sayısının tarihte ilk defa Hıristiyanların sayısını geçtiği bildirilmektedir. Müslüman nüfusun sayısının yakın gelecekte daha da artacağı ve İslam'ın dünyanın en büyük dini haline geleceği tahmin edilmektedir. Bu istikrarlı yükselişin nedeni, sadece Müslüman ülkelerin nüfuslarının artış hızı değil, aynı zamanda diğer dinlerden ve kültürlerden pek çok insanın İslam'ı seçmesidir.

Özellikle 11 Eylül 2001 tarihinde Dünya Ticaret Merkezi'ne gerçekleştirilen terör saldırısının ardından İslam’a yöneliş daha da hızlandı. Başta Müslümanlar olmak üzere tüm dünyanın şiddetle kınadığı bu saldırı, bir anda insanların –özellikle Amerikan vatandaşlarının- dikkatlerini İslam'a çevirmelerine neden oldu. İslam'ın nasıl bir din olduğu, Kuran'da nelerin haber verildiği, bir Müslümanın sorumluklarının neler olduğu ve gerçek bir Müslümanın nasıl yaşaması gerektiği Batıda en çok konuşulan konular haline geldi. Bu ilgi doğal olarak pek çok ülkede İslam'a yönelen insanların sayısında önemli bir artış sağladı. Böylece 11 Eylül saldırılarının ardından pek çok kişi tarafından dile getirilen, "bu saldırının dünya tarihinin akışını değiştirecek bir olay olduğu" şeklindeki öngörü, bir anlamda gerçekleşmeye başladı. Uzun bir süredir dünya çapında yaşanan dini ve manevi değerlere dönüş süreci, bu olayla birlikte hak din olan İslam'a dönüş halini aldı.

Bazen bir gazete kupüründe, bazen bir televizyon haberinde duymaya başladığımız bu yönelişle ilgili gelişmeler art arda sıralandığında, yaşananların ne kadar olağanüstü olduğu görülecektir. Çoğu zaman sadece gündem maddelerinden herhangi biri gibi sunulan bu gelişmeler, aslında İslam ahlakının dünyaya çok hızlı bir şekilde yayılmaya başladığının çok önemli işaretleridir. Tüm dünyada olduğu gibi Avrupa'da da İslam hızlı bir yükseliş içerisindedir ve bu yükseliş özellikle birkaç yıldır daha çok dikkat çekmektedir. Son yıllarda 'Avrupa'da İslam'ın yükselişi', 'Müslümanların Avrupa'daki konumu', 'Avrupa toplumları ve Müslümanlar arasındaki diyalog' gibi ana başlıklar altında toplanabilecek pek çok tez, araştırma ve makale yayınlanmıştır. Akademisyenler tarafından hazırlanan bu yayınların yanı sıra medya da, İslam ve Müslümanlar konusunu oldukça sık ele almıştır. Bu ilginin temelinde hiç şüphesiz Müslümanların sayısının gittikçe artıyor olması yer almaktadır. Üstelik bu artış iddia edildiği gibi yalnızca Müslüman ülkelerden Avrupa'ya yaşanan göçten kaynaklanmamaktadır. Elbette bu göçlerin de Müslüman nüfusun artışında bir etkisi vardır, ancak pek çok araştırmacının bu konuya yönelmesindeki asıl sebep, din değiştirip Müslüman olmayı tercih edenlerin sayısındaki artıştır. Nitekim 20 Temmuz 2004 Tarihli NTV haberlerinde “Avrupa’da en hızlı yayılan din İslam” başlığı altında Fransız İç İstihbarat Dairesi tarafından hazırlanan rapor ele alınmıştır. Raporda; Batılı ülkelerde, özellikle 11 Eylül saldırılarının ardından, İslam dinini tercih edenlerin sayısının daha da arttığı belirtilmiştir. Örneğin Fransa’da sadece geçen yıl Müslüman olanların sayısı, 30 ila 40 bin arasında artmıştır....

Katolik Kilisesi ve İslam'ın Yükselişi

Avrupa toplumları içinde İslam'ı seçerek din değiştirenlerin gittikçe çoğalmasını ilgi ile takip eden kurumlardan biri, merkezi Vatikan'da bulunan Katolik Kilisesi'dir. 1999 yılının Ekim ayında yapılan Avrupa Katolik Kiliseler Toplantısı'nın ana gündem maddesi yeni milenyumda kilisenin hangi pozisyonda olacağını değerlendirmekti. Toplantıya katılan hemen hemen tüm din adamlarının asıl olarak üzerinde durdukları konu ise İslam'ın Avrupa'daki hızlı yükselişi oldu. Toplantıda yapılan konuşmaları sayfalarına taşıyan National Catholic Reporter dergisinin verdiği habere göre, bazı radikal kişiler, Müslümanların Avrupa'da güçlenmesini engellemenin tek yolunun İslamiyet'e ve Müslümanlara karşı hoşgörüden vazgeçmek olduğunu belirtirken, daha objektif ve tutarlı olan kişiler de her iki dinin de mensuplarının aynı Allah'a iman ettiklerinin dolayısıyla bu iki din arasında herhangi bir çatışma veya mücadelenin söz konusu olamayacağının altını çizmişlerdir. Öyle ki toplantının Almanca olarak yapılan bir oturumunda, Almanya Kardinali Karl Lehmann, "İslam'da, pek çok Hıristiyan’ın tahmin ettiğinden çok daha fazla çoğulculuk vardır" diyerek, radikallerin İslam ile ilgili öne sürdükleri iddialarında doğruluk payı olmadığını söylemiştir.

Kilisenin yeni milenyumdaki yeri belirlenirken Müslümanların hangi konumda olacağının dikkate alınması, aslında çok yerinde bir değerlendirmedir. Çünkü Birleşmiş Milletler'in 1999 yılında yaptırdığı bir araştırma, Avrupa'da Müslüman nüfusun 1989 ile 1998 arasında %100'den daha büyük bir hızla arttığını göstermektedir. Bugün Avrupa'da, 3.2 milyonu Almanya'da, 2 milyonu İngiltere'de, 4-5 milyonu Fransa'da, diğerleri de başta Balkanlar olmak üzere Avrupa geneline yayılmış yaklaşık 13 milyon Müslüman yaşadığı bildirilmektedir. Ve bu rakam Avrupa nüfusunun %2'sinden fazlasını oluşturmaktadır.

Avrupa'daki Müslümanların Dini Bilinçleri Artıyor

Avrupa'daki Müslümanlarla ilgili yapılan araştırmaların ortaya koyduğu bir başka gerçek daha vardır: Bir yandan Müslümanların sayısı artarken, bir yandan da Müslümanlar arasında dini bilinçlenme de yaşanmaktadır. Fransız Le Monde gazetesinin Ekim 2001 tarihinde yaptırdığı bir ankete göre Avrupa'daki Müslümanlar, 1994 yılında yapılan araştırmaya oranla daha çok namazlarına devam edip daha çok camiye gitmektedirler, oruç tutanların sayısı da 1994'e oranla çok daha fazladır. Üstelik bu bilinçlenme daha çok üniversite öğrencileri arasında görülmektedir.

Aktüel dergisinde, 1999 yılında yabancı basına dayanarak hazırlanmış bir haberde, Batılı araştırmacıların bundan yaklaşık 50 yıl sonra Avrupa'nın İslam'ın en önemli yayılma merkezlerinden biri olacağını tespit ettikleri yer almaktadır.

İslam Avrupa'nın Ayrılmaz Bir Parçasıdır

Sosyolojik ve demografik araştırmaların işaret ettiği bu gelişmelerin yanı sıra unutulmaması gereken tarihi bir gerçek daha vardır. O da Avrupa'nın İslam ile yeni tanışmadığı, aslında İslam'ın Avrupa'nın ayrılmaz bir parçası olduğudur.

Kuşkusuz Avrupa ile İslam medeniyetleri, birbiri ile yakın ilişki içerisinde olmuş iki medeniyettir. Önce İber yarımadasında kurulmuş olan Endülüs Devleti, daha sonra Haçlı Seferleri ve Osmanlı'nın Balkanları fethi, Avrupa ve İslam toplumları arasında düzenli bir etkileşime neden olmuştur. Ortaçağ karanlığı içine gömülmüş olan Avrupa'daki gelişme ve ilerleme hareketlerinin asıl öncüsünün İslamiyet olduğu bugün pek çok tarihçi ve sosyolog tarafından da dile getirilmektedir. Tıp, astronomi, matematik gibi alanlarda Avrupa'nın oldukça geri olduğunun bilindiği dönemlerde Müslümanların engin bir bilgi hazinesine ve gelişmiş imkanlara sahip oldukları bilinmektedir.

Ortak Bir Kelimede "Tevhidde" Buluşmak

İslam'ın yükselişinin kendisini gösterdiği alanlardan birisi de, son yıllarda hız kazanan 'dinler arası diyalog' çalışmalarıdır. Her üç ilahi dinin de temel çıkış noktasının aynı olduğu ve ortak bir noktada birleşmenin mümkün olduğu görüşünden yola çıkan bu çalışmalar büyük ölçüde başarıya ulaşmış, özellikle Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasında önemli bir yakınlaşma söz konusu olmuştur. Allah Kuran'da Müslümanların, Kitap Ehli'ni (Hıristiyanlar ve Yahudiler) ortak bir kelimede buluşmaya davet etmelerini şöyle bildirmiştir:

De ki: "Ey Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda müşterek bir kelimeye gelin. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp bir kısmımız bir kısmımızı Rabler edinmeyelim..." (Al-i İmran Suresi, 64)

Hıristiyanlar, Yahudiler ve Müslümanlar, ortak inançlara ve ahlaki değerlere sahiptir. Allah'ın varlığına ve birliğine, meleklerine, peygamberlerine ahiret gününe, cennet ve cehennemin varlığına iman etmek her üç dinin de temel şartlarındandır. Bununla birlikte fedakarlık, alçakgönüllülük, sevgi, hoşgörü, saygı, merhamet, dürüstlük, her türlü haksızlıktan kaçınmak, adil olmak, vicdanlı davranmak gibi güzel ahlak özellikleri de ortak değerlerdendir. Bu nedenle her üç dinin de aynı safta yer alması, yeryüzünde dinsiz ideolojilerin eseri olan çatışmaların, kavgaların ve acıların sona erdirilmesinde son derece önemlidir. Dinler arası diyalog çalışmaları bu açıdan değerlendirildiğinde daha da önem kazanmaktadır. Bu dinlerin temsilcilerini bir araya getiren, ortak seminerler ve konferanslar aracılığı ile barış ve kardeşlik mesajları veren bu girişimler 1990'lı yılların ortalarından bu yana düzenli olarak devam etmektedir.

Kutlu Bir Dönemi Müjdelemek

Tüm bilgiler alt alta konulduğunda, dünya genelinde yoğun olarak İslam'a yöneliş olduğu, İslam'ın dünya gündeminin giderek en önemli konusu haline geldiği açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu gelişmeler dünyanın artık yepyeni bir döneme doğru ilerlerdiğine işaret etmektedir. Bu yeni dönemde, Allah'ın izni ile, İslamiyet önem kazanacak, Kuran ahlakı insanlar arasında dalga dalga yayılacaktır. Bilmek gerekir ki, bu yöneliş tam 14 asır önce Kuran'da müjdelenmiş olan çok önemli bir gelişmedir. Kuran'da Allah şöyle buyurmuştur:

Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kâfirler istemese de Allah, kendi nurunu tamamlamaktan başkasını istemiyor. Müşrikler istemese de O dini (İslam'ı) bütün dinlere üstün kılmak için elçisini hidayetle ve hak dinle gönderen O'dur. (Tevbe Suresi, 32-33)

Görüldüğü gibi İslam ahlakının yayılması Allah'ın iman edenlere bir vaadidir. Kuran ayetleri dışında Peygamber Efendimizin pek çok hadisinde de Kuran ahlakının dünyaya hakim olacağı bildirilmiştir. Buna göre ahir zaman olarak adlandırılan kıyamet öncesindeki dönemde, insanlar önce haksızlığın, adaletsizliğin, yalanın, sahtekarlığın, savaşların, çatışmaların, kavgaların, ahlaki dejenarasyonun yaygınlaştığı bir dönemi yaşayacaklardır. Bu dönemin ardından ise, Kuran ahlakının dalga dalga insanlar arasında yayılmaya başladığı ve en sonunda tüm dünyaya hakim olduğu Altınçağ gelecektir. Peygamberimiz (sav)'in Altınçağ'ı müjdelediği hadisler ve bazı İslam alimlerinin bu konudaki yorumları şu şekildedir:

Adalet o denli olur ki, uykuda olan bir kimse dahi uyandırılmaz ve bir damla kan bile akıtılmaz. Dünya, adeta Asr-ı Saadet devrine geri döner. (El Kavlu'l Muhtasar Fi Alamatil Mehdiyy-il Muntazar, s. 29)

... Kurtla koyun birarada oynayacak, yılanlar çocuklara zarar vermeyecektir. İnsan bir avuç tohum atacak, 700 avuç hasat edecektir. Riya, riba, zina, içki kalmayacak, ömürler uzayacak ve emanet zayi olmayacaktır. Kötüler helak olacak, Peygamber Efendimize buğzedecek kimse kalmayacaktır. (El Kavlu'l Muhtasar Fi Alamatil Mehdiyy-il Muntazar, s. 43)

İnsanlar oldukça hayırlı, yaşantıları gayet rahat olacaktır. (El Kavlu'l Muhtasar Fi Alamatil Mehdiyy-il Muntazar, Ahmed İbn-i Hacer-i Mekki (Heytemi), tercüme: Müşerref Gözcü, s. 54)

... Eşyayı, malı dağıtacak, fakat bolluktan dolayı kabul eden olmayacaktır... (El Kavlu'l Muhtasar Fi Alamatil Mehdiyy-il Muntazar, s.31)

Hadislerde de görüldüğü gibi Altınçağ adaletin, bolluğun, bereketin, huzurun, güvenliğin, barışın, kardeşliğin hakim olacağı insanlar arasında sevgi, fedakarlık, hoşgörü, şefkat, merhamet, sadakat gibi duyguların yoğun olarak yaşanacağı bir dönem olacaktır. Peygamberimiz (sav) hadislerinde bu kutlu dönemin Hz. Mehdi'nin vesilesi ile yaşanacağını belirtmiştir. Hz. Mehdi, ahir zamanda gelecek ve tüm dünyayı içinde bulunduğu kaostan, adaletsizlikten ve ahlaki çöküntüden kurtaracaktır. O, inkarcı ideolojileri ortadan kaldıracak, dünyanın dört bir yanında devam eden adaletsizlikleri, zulümleri, terörü sona erdirecek, dinin Peygamberimiz (sav)'in dönemindeki şekliyle yaşanmasını sağlayacak, Kuran ahlakını insanlar arasında hakim kılacak, tüm dünyada huzuru ve barışı tesis edecektir.

Bugün dünya üzerinde yaşanan İslam'a yöneliş ve yeni dönemde Türkiye'ye biçilen rol, Kuran'da ve Peygamberimiz (sav)'in hadislerinde müjdelenen dönemin çok yakın olduğunun önemli işaretleridir. Temennimiz Allah'ın bizleri de bu kutlu döneme şahit kılmasıdır.

Thursday, November 30, 2006

Diyalog düşüncesi doğru mu yanlış mı?

Bu sorunun en güzel cevabı şüphesiz kutsal kitabımız Kuran-ı Kerim'de ve Peygamber Efendimiz (sav)'in uygulamalarındadır.

İslam'ın Ehl-i Kitap'a Bakış Açısı

Kuran'da Yahudiler ve Hıristiyanlar Ehl-i Kitap olarak isimlendirilirler. Bunun nedeni her iki dinin mensuplarının da, Allah'ın vahyettiği İlahi kitaplara tabi olmalarıdır. Yahudilerin ve Hıristiyanların kitapları incelendiğinde, bazı tahrif olmuş kısımlar olmakla birlikte, hak dine ait bazı hükümlerin ve güzel ahlak öğütlerinin muhafaza edilmiş olduğu da görülecektir. Samimi olarak iman eden Yahudiler ve Hıristiyanlar –her ne kadar inanışlarında ve ibadetlerinde zaman içinde bazı bozulmalar yaşanmışsa da- özünde Allah'ın varlığına ve birliğine iman eden, meleklere, peygamberlere ve hesap gününe inanan ve din ahlakının yaşanması gerektiğini düşünen kimselerdir. Bu gerçek, Müslümanların onlara yaklaşımında da önemli bir ölçüdür. Kuran ahlakının gereği, Müslümanların Ehl-i Kitap'a karşı adil ve merhametli bir tutum izlemeleridir. Nitekim sevgili Peygamberimiz (sav) de Müslümanlara, tüm insanlar arasında her zaman adaletle hükmetmeleri gerektiğini bildirmiştir:

İnsanlar arasında adalet yapılması büyük bir sadakadır. (Buhari, V, 2504)

Allah bir ayette Kendisi'ne ve ahiret gününe iman ederek salih amellerde bulunan Yahudiler ve Hıristiyanların, bu iyi ahlaklarının karşılığını en güzel şekilde alacaklarını şöyle haber vermiştir:

“Şüphesiz, iman edenler(le) Yahudiler, Hıristiyanlar ve sabiiler(den kim) Allah'a ve ahiret gününe iman eder ve salih amellerde bulunursa, artık onların Allah Katında ecirleri vardır. Onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.” (Bakara Suresi, 62)

Bu ayetin anlamı apaçıktır. Müslüman, Yahudi veya Hıristiyan olsun, Allah'a ve ahiret gününe iman eden ve salih amellerde bulunanlar müjdelenmekte; söz konusu müminlerin kurtuluşa ve esenliğe kavuşacakları haber verilmektedir. Maide Suresi'nin 48. ayetinde ise, insanlar için "farklı bir şeriat ve yol-yöntem kılındığı", sorumluluklarının ise "hayırlarda yarışmak" olduğu belirtilmiştir. Bu da ister Yahudi, ister Hıristiyan, isterse Müslüman olsun samimi olarak Allah'a ve ahiret gününe iman eden tüm inananların güzellikle davranmaları ve Allah rızası için hayırlarda yarışmaları gerektiğini göstermektedir. Bu durumda Müslümanların, kendileri gibi Allah'a iman eden, salih amelde bulunan ve güzel ahlak gösteren kimselere katı veya hoşgörüsüz davranmaları mümkün değildir. Nitekim, İslam tarihi de bunu kanıtlar.

Kuran'da Peygamberimiz (sav)'e Hz. İbrahim'in "Hanif Dinine" Uyması Bildirilmiştir

Kuran'da Hz. İbrahim'in dininin "hanif" bir din olduğu bildirilmektedir. Hanif kelimesi, "Allah'ın emrine teslim olup, Allah'ın dininden hiçbir konuda dönmeyen, ihlaslı kişi" anlamındadır. Bir ayette Allah Hz. Muhammed (sav)'e, Hz. İbrahim'in hanif dinine uymasını şöyle bildirmiştir:

“Sonra sana vahyettik: "Hanif (muvahhid) olan İbrahim'in dinine uy. O, müşriklerden değildi." (Nahl Suresi, 123)

Hz. İbrahim'den sonra gelen oğulları, torunları ve onun soyundan olan diğer salih müminler, Allah'ın Hz. İbrahim'e vahyettiği hak dine uymuşlardır. Bu gerçek Kuran ayetlerinde şu şekilde bildirilmektedir:

“Kendi nefsini aşağılık kılandan başka, İbrahim'in dininden kim yüz çevirir? Andolsun, Biz onu dünyada seçtik, gerçekten ahirette de o salihlerdendir. Rabbi ona: "Teslim ol" dediğinde (O:) "Alemlerin Rabbine teslim oldum" demişti. Bunu İbrahim, oğullarına vasiyet etti, Yakup da: "Oğullarım, şüphesiz Allah sizlere bu dini seçti, siz de ancak Müslüman olarak can verin" (diye benzer bir vasiyette bulundu.) Yoksa siz, Yakub'un ölüm anında, orada şahidler miydiniz? O, oğullarına: "Benden sonra kime ibadet edeceksiniz?" dediğinde, onlar: "Senin İlahına ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın İlahı olan tek bir İlaha ibadet edeceğiz; bizler O'na teslim olduk" demişlerdi.” (Bakara Suresi, 130-133)

Görüldüğü gibi Hz. İbrahim'in "hanif" dini, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasında ortak bir kelimedir. Hz. İbrahim'e iman, ona duyulan sevgi ve saygı Yahudiler ve Hıristiyanlar için olduğu gibi Müslümanlar için de son derece önemlidir.

Hz. Muhammed (sav)'in Kitap Ehli'ne Karşı Örnek Tutumu

Müslümanların Kitap Ehli'ne karşı tutumlarında, her konuda olduğu gibi, en güzel örnek Peygamber Efendimiz (sav)'dir. Hz. Muhammed (sav), Yahudilere ve Hıristiyanlara karşı her zaman son derece adil ve merhametli davranmış, İlahi dinlerin mensupları ile Müslümanlar arasında sevgi ve uzlaşmaya dayalı bir ortam oluşturulmasını emretmiştir. Peygamberimiz (sav) döneminde ve sonrasında, Hıristiyan ve Yahudilerin kendi dinlerini diledikleri şekilde yaşamalarına izin verecek ve özerk cemaatler olarak varlıklarını devam ettirebilmelerini sağlayacak anlaşmalar yapılmış ve güvenceler verilmiştir. İslamiyet'in ilk yıllarında Mekkeli müşriklerin eziyet ve baskılarına maruz kalan Müslümanların bir kısmı, Peygamber Efendimiz (sav)'in öğüdüyle, Etiyopya'daki Hıristiyan Kral Necaşi'ye sığınmışlardır. Peygamberimiz (sav)'le birlikte Medine'ye göç eden müminler ise, Medine'de yaşayan Yahudilerle, sonraki tüm nesillere örnek olacak bir birarada yaşama modeli geliştirmişlerdir. İslam'ın yayılış döneminde de, Arabistan'daki Yahudi ve Hıristiyan topluluklarına gösterilen tolerans, Müslümanların Kitap Ehli'ne karşı hoşgörü ve adaletinin önemli birer örneği olarak tarihe geçmiştir.

Buna bir örnek olarak, sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)'in, Hıristiyan olan İbn Harris b. Ka'b ve kavmine yazdırdığı anlaşma metninde: "Şarkta ve Garpta yaşayan tüm Hıristiyanların dinleri, kiliseleri, canları, ırzları ve malları Allah'ın, Peygamber'in ve tüm müminlerin himayesindedir. Hıristiyanlık dini üzere yaşayanlardan hiç kimse istemeden İslam'ı kabule zorlanmayacaktır. Hıristiyanlardan birisi herhangi bir cinayete veya haksızlığa maruz kalırsa Müslümanlar ona yardım etmek zorundadırlar" maddelerini yazdırdıktan sonra: "... Kitap Ehli'yle en güzel olan bir tarzın dışında mücadele etmeyin. Ve deyin ki: "Bize ve size indirilene iman ettik; bizim İlahımız da, sizin İlahınız da birdir ve biz O'na teslim olmuşuz." (Ankebut Suresi, 46) ayetini okumasıdır. (İbn Hişam, Ebu Muhammed Abdulmelik, Es-Siretü'n-Nebeviyye, Daru't-Türasi'l-Arabiyle, Beyrut, 1396/1971, II/141-150; Yrd. Doç. Dr. Orhan Atalay, Doğu-Batı Kaynaklarında Birlikte Yaşama, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Yayınları, İstanbul, 1999, s. 95)

Hz. Muhammed (sav), Evs ve Hazrec kabileleri ile yapılan Medine Anlaşması'na Yahudilerin de katılmasına izin vermiş ve böylece Yahudilerin de Müslümanların arasında, ayrı bir dini grup olarak varlıklarını devam ettirmelerini sağlamıştır.

Hz. Muhammed (sav), Rabbimiz'in emrettiği ahlakın bir gereği olarak, Kitap Ehli'ne karşı yalnızca anlayış ve merhamet göstermekle kalmamış, İslam idaresi altındaki Yahudi ve Hıristiyanların korunup kollanması gerektiğini de sahabeye öğretmiştir. Bizzat Peygamber Efendimiz (sav) tarafından Edruh, Makna, Hayber, Necran ve Akabe'li Kitap Ehli'ne verilen beratlar, Müslümanların Kitap Ehli'nin can ve mal güvenliğini garanti altına aldıklarını ve onlara inanç ve ibadet özgürlüğü tanıdıklarını göstermektedir. Peygamberimiz (sav)'in Necranlılar ile yaptığı sözleşmede yer alan şu maddeler de dikkat çekicidir:

Necranlıların ve maiyetindekilerin canları, malları, dinleri, varları ve yokları, aileleri, kiliseleri ve sahip oldukları herşey Allah'ın ve Allah'ın peygamberinin güvencesi altına alınacaktır.

-Hiçbir psikopos ya da keşiş kilisesinden ya da manastırından edilmeyecektir ve hiçbir papaz papazlık hayatını terk etmeye zorlanmayacaktır. Onlara hiçbir eza ya da aşağılama yapılmayacaktır ve toprakları ordumuz tarafından işgal edilmeyecektir.

Adalet isteyen adalet bulacaktır, ne zalim ne de zulüm bulunacaktır. (Majid Khoduri, İslam'da Savaş ve Barış, Fener Yayınları, İstanbul, 1998, s. 209-210)

Tüm bunların yanı sıra Resulullah'ın Kitap Ehli'nin düğün yemeklerine katıldığına, hastalarını ziyaret ettiğine ve onlara ikramda bulunduğuna dair rivayetler bulunmaktadır. Hatta Necran Hıristiyanları onu ziyaretlerinde Hz. Muhammed (sav) onlara abasını sermiş ve oturmalarını söylemiştir. Peygamberimiz (sav)'in vefatının ardından da, Müslümanların Kitap Ehli'ne gösterdikleri güzel ahlakın temeli, Hz. Muhammed (sav)'in hayatı boyunca bu topluluklara karşı gösterdiği hoşgörüye dayanmaktadır.

Nasıl Bir Diyalog

Kuran ayetlerinde bildirilen emir ve tavsiyeler doğrultusunda, peygamberlerin, elçilerin ve inananların kendileri dışında inançlara sahip olan insanlarla da belli bir düzeyde ilişkiye girdikleri görülmektedir.

Bu ilişkilerin şeklinin nasıl olması gerektiğini Allah Kuran'da bildirmiştir. Bu ilişkilerin, bir başka deyişle diyaloğun boyutu, karşıdaki insanın inancı, Müslümanlara bakış açısı ve davranışlarıyla da alakalıdır. Örneğin inanmayan insanlarla Müslümanların ilişkilerinin nasıl olması gerektiğiyle, Yahudi ve Hıristiyanlarla nasıl olması gerektiği birbirinden farklıdır. Allah Kuran'da elçilerini insanları uyarmak, onları hak dine davet etmek için gönderdiğini bildirmiştir. Tüm inananlar da tebliğ yapmakla sorumludurlar. Bu emir doğrultusunda, Allah'a inanmayan veya şirk koşan kimselerle dahi, Allah'ın varlığını ve birliğini, ahireti anlatmak ve tebliğ etmek, öğüt vermek için belirli bir diyalog içinde olunması gereklidir. Kuran'da, kendilerine gönderilmiş olan elçileri yalanlamalarına rağmen, peygamberlerin kavimlerine yaptıkları tebliğ şöyle haber verilmektedir:

“Kavminin önde gelenleri: "Gerçekte biz seni açıkça bir 'şaşırmışlık ve sapmışlık' içinde görüyoruz" dediler. O: "Ey kavmim, bende bir 'şaşırmışlık ve sapmışlık' yoktur; ama ben alemlerin Rabbinden bir elçiyim." dedi. "Size Rabbim'in risaletini tebliğ ediyorum. (Ayrıca) Size öğüt veriyor ve sizin bilmediklerinizi ben Allah'tan biliyorum. Sakınıp rahmete kavuşmanız için, içinizden sizi uyarıp korkutacak bir adam aracılığı ile bir zikir (kitap) gelmesine mi şaştınız?" (Araf Suresi, 60-63)

Müslümanların Yahudi ve Hıristiyanlarla sosyal ilişkilerinin nasıl olması gerektiği de Kuran'da bildirilmiştir. Kuran'da yer alan hükümler, Müslümanlar ile Ehl-i Kitap arasında nikah sonucu akrabalık bağlarının kurulabileceğini, iki tarafın birbirlerinin yemek davetlerine icabet edebileceklerini gösterir ki, bunlar sıcak insani ilişkiler ve huzurlu bir ortak yaşam kurulmasını sağlayacak esaslardır. Müslümanların bu esaslar üzerinde Hıristiyanlara ve Yahudilere saygı ve nezaket ile yaklaşmaları ve onlara Kuran'da bildirilen "ortak bir kelimede birleşme" çağrısını en güzel şekilde iletmeleri gerekir. Bunun da belirli bir diyalog çerçevesinde olması gerektiği açıktır. Allah, Kuran'da Müslümanların Kitap Ehli'ne bu çağrısını şu şekilde bildirmiştir:

“De ki: "Ey Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda müşterek bir kelimeye gelin. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp bir kısmımız (diğer) bir kısmımızı Rabler edinmeyelim.” (Al-i İmran Suresi, 64)

Ortak Amaç Doğrultusunda Biraraya Gelmek

Bugün, dünya üzerinde büyük bir fikri mücadelenin devam ettiği ve dünyanın iki kutba bölündüğü bir gerçektir. Ancak bu iki kutbun tarafları Müslümanlar ve Yahudiler-Hıristiyanlar değildir. Bu iki kutbun bir tarafında, Allah'ın varlığına ve birliğine iman edenler diğer tarafında ise inkarcılar; diğer bir deyişle bir tarafında İlahi dinlere inananlar diğer tarafında da bu dinlere karşı olan ideolojileri savunanlar yer almaktadır. Dini ve ahlaki değerleri hedef alan güç merkezlerinin, ellerindeki geniş imkanları birleştirdikleri ve dindar insanlara karşı ittifak halinde hareket ettikleri yaşanan bir gerçektir. Bu ittifakı fikri anlamda etkisiz hale getirmek, dinsiz materyalist telkinlerin olumsuz, yıkıcı sonuçlarını ortadan kaldırmak, güzel ahlakın, mutluluğun, huzurun, güvenliğin, refahın hakim olduğu toplumları meydana getirmek için yegane bir yol vardır: Yeryüzündeki vicdan sahibi insanların, samimi olarak iman eden Hıristiyanların, dindar Yahudilerin ve Müslümanların bu ortak amaç doğrultusunda biraraya gelmesi.

Dolayısıyla dinler arasında kurulacak olan diyalog, Hıristiyanların, Müslümanların ve Yahudilerin adalet ve barış arayışlarının, insanlığa faydalı olma isteklerinin doğal bir sonucudur. Üç dinin mensuplarının arasındaki diyalog, sadece toplantılarla ve konferanslarla sınırlı kalacak bir ilişki değil, ortak değerleri savunan, aynı amaç için mücadele eden, ortak sorunlara köklü çözümler getirmeyi hedefleyen inançlı insanların birlikteliğidir. Ve bu birliktelik, Hz. İsa'nın yeryüzüne ikinci kez gelişini beklediğimiz bu kutlu dönemde dünyayı aydınlığa ve huzura kavuşturacak en önemli vesilelerden biri olacaktır.

İnceleme / www.hazretiisagelecek.com

Öncelikli Olan Müslümanlar Arasında Diyalog

Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup-düzeltin ve Allah'tan korkup sakının; umulur ki esirgenirsiniz. (Hucurat Suresi, 10)

Allah Kuran'da Müslümanların birbirlerinin kardeşleri olduğunu bildirmiştir. Müslümanların Kuran'da bildirilen kardeşlik ruhunu en güzel şekilde yaşamaları, aralarındaki farklılıkları bir kültür zenginliğine dönüştürmeleri son derece önemlidir.

Toplumlar arası diyalog, dünyanın barışa, huzura ve güvene ihtiyaç duyduğu bu dönemde daha da önem kazanmıştır. İnsanların birbirlerine hoşgörü ile yaklaşmaları, sorunları ve anlaşmazlıkları barışçıl yollarla çözüme kavuşturmaları, birbirlerine merhamet ve şefkat duymaları önemli ve gereklidir. Ancak, özellikle İslam dünyasının içinde bulunduğu durum göz önünde bulundurulduğunda, aciliyetli ve öncelikli olarak oluşturulması gereken Müslümanların arasındaki diyalog, dayanışma ve hoşgörüdür. Bir ve tek olan Allah'a iman eden, aynı Peygambere itaat edip tabi olan, aynı Kutsal Kitap’ın hükümlerine uyan insanların, aralarında anlaşmazlık olması, birbirlerine sevgi ve hoşgörü gösterememeleri, merhametli ve anlayışlı davranamamaları, yardımlaşma ve dayanışma içinde olmamaları kabul edilebilir bir durum değildir. Olması gereken, uygulama ve düşünce farklılıklarına rağmen birlik ve dayanışmanın sağlanması, Müslümanların birbirleriyle samimi sevgiye, merhamete ve şefkate dayalı bir diyaloglarının olmasıdır. İslam ahlakının gereği budur.

Tüm Müslümanlar Kardeştir

Müslümanlar tüm insanlara, Allah'ın yarattığı ve Allah'ın tecellisi olan varlıklar olduklarını düşünerek, değer verirler. Kuran ahlakı, iman edenlerin diğer insanların inançlarına saygı göstermelerini, onların ibadet haklarını korumalarını, düşüncelerine hoşgörüyle yaklaşmalarını ve toleranslı davranmalarını gerekli kılar. Samimi Müslüman, hoşgörülü, sevecen, yumuşak huylu ve anlayışlı olur.

Bir Müslümanın, diğer bir Müslümana yaklaşımında ise herşeyden önce karşısındaki kişinin din kardeşi olduğunu düşünmesi gerekir. Kuran'da iman edenlerin birbirlerinin kardeşi olduğu şöyle bildirilmiştir:

Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup-düzeltin ve Allah'tan korkup-sakının; umulur ki esirgenirsiniz. (Hucurat Suresi, 10)

İslam ahlakının gereği, tüm farklılıklara rağmen Müslümanların, birbirlerinin kardeşleri oldukları gerçeğini unutmamalarıdır. Irkı, dili, vatanı, mezhebi, düşüncesi, anlayışı ne olursa olsun tüm Müslümanlar kardeştirler.

Eğer bir kişi hayatını Allah yolunda vakfetmiş olduğunu tüm tavır ve davranışları ile ispatlıyor, her anında Allah'ın rızasını ve rahmetini gözeterek güzel davranışlarda bulunuyorsa, müminler o kişiye karşı sevgi ve hürmet duyarlar.
Müslümanlar arasındaki kardeşlik ve dayanışmanın nasıl olması gerektiğini gösteren en güzel örneklerden biri, Hz. Muhammed (sav) ile birlikte Mekke'den hicret eden müminler ve Medine'de onlara güzel bir yurt hazırlayan Müslümanlar arasındaki ilişkidir. Mekkeli müşriklerin zulmü ve baskısı nedeniyle, Allah yolunda yurtlarından hicret eden müminleri, Medine'de Hz. Muhammed (sav)'e biat etmiş olan Müslümanlar en güzel şekilde karşılamış, onlara karşı büyük bir muhabbet ve ilgi göstermişlerdir. Birbirlerine yabancı iki topluluk olmalarına, cahiliye Arapları arasında tek önemli kıstas sayılan "kabile bağı"na sahip olmamalarına rağmen, imanları ve itaatleri nedeniyle örnek bir kardeşlik sergilemişlerdir. Medineli Müslümanlar hicret edenlere her türlü imkanı sağlamış, onlara evlerini açmış, yemeklerini onlarla paylaşmış, kendi ihtiyaçlarından önce onların ihtiyaçlarını düşünmüş, mümin kardeşlerinin nefislerini kendi nefislerine tercih etmişlerdir. Rabbimiz, Medineli müminlerin bu güzel ahlakını Kuran'da şöyle bildirmiştir:

Kendilerinden önce o yurdu (Medine'yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin 'cimri ve bencil tutkularından' korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır. (Haşr Suresi, 9)

Bu, örnek alınması gereken çok üstün bir ahlaktır. Ve iki mümin topluluğun birbiri ile ilişkisinin nasıl olması gerektiğini gösteren çok önemli bir örnektir. Peygamber Efendimiz (sav) ise, Müslümanlar arasında dayanışmanın nasıl olması gerektiğini bir hadisinde şöyle tarif etmiştir:

Müslümanların kendi aralarındaki merhametleri, saygı ve dayanışmaları tıpkı bir vücut gibidir. Vücutta bir uzuv rahatsızlandığında diğer uzuvlar onunla birlikte aynı acıyı çekerler ve uyumazlar.

Müslümanlar Birbirlerini Allah İçin Severler

Samimi iman eden kişiler arasında sevgi, bir diğerinin Allah'tan korkup sakınmasına, Rabbimiz'e duyduğu içli sevgiye, yaptığı salih amellere, gösterdiği güzel ahlaka göre şekillenir. Eğer bir kişi hayatını Allah yolunda vakfetmiş olduğunu tüm tavır ve davranışları ile ispatlıyor, her anında Allah'ın rızasını ve rahmetini gözeterek güzel davranışlarda bulunuyorsa, müminler o kişiye karşı sevgi ve hürmet duyarlar. Müslümanların birbirlerine olan sevgileri ve kalplerinde birbirlerine karşı hiçbir olumsuz his kalmaması, Allah'ın müminlere büyük bir lütfu ve nimetidir. Ahirette tam anlamıyla yaşanacak olan bu nimet Kuran'da şöyle bildirilir:

Onların göğüslerinde kinden (ne varsa tümünü) sıyırıp-çektik, kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıyadırlar. (Hicr Suresi, 47)

Örnek Müslümanlar, kendileriyle aynı inancı paylaşan, Kuran'a iman eden, Allah'ın emirlerini yerine getiren ve Peygamber Efendimiz (sav)'in sünnetine uyanları kardeşleri olarak görür ve birbirlerinin velileri olduklarını unutmazlar.
Dolayısıyla Müslümanlar, dayanışmanın, kardeşliğin ve birlik duygusunun büyük bir nimet olduğunun bilincinde davranmalı ve bu birliğin korunması için sabırlı ve iradeli olmalıdırlar. Enfal Suresi'nin 1. ayeti "... Eğer mü'min iseniz Allah'tan korkup-sakının, aranızı düzeltin ve Allah'a ve Resulü'ne itaat edin." Müslümanlara birlikte davranmalarının önemini bildiren bir diğer ayettir. Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) ise, Müslümanların ortak hareket etmelerinin önemini bir hadis-i şerifinde şöyle ifade etmiştir:

Birbirinize hased (çekememezlik) etmeyiniz. Birbirinizle buğuz (düşmanlık) etmeyiniz. Birbirinizle iyi ilişkileri kesmeyiniz. Birbirinizden yüz çevirip küsüşmeyiniz ve ey Allah'ın kulları, kardeşler olunuz. (Mace ,Cilt 10, s. 32)

Mümin, her durumda affedici olmakla yükümlüdür, ancak karşısındaki kişi de bir Müslümansa, onunla din kardeşi olduğunu, her ikisinin de Allah'tan korkup sakındığını, Peygamber Efendimiz (sav)'e itaat ettiğini, helal ve harama titizlik gösterdiğini düşünerek çok daha sabırlı davranmalıdır. Müslüman, din kardeşinin her zaman için iyiliğini istemesi gerektiğinin, kendisini düşündüğü gibi onu da düşünmesi gerektiğinin, herhangi bir anlaşmazlık söz konusu olduğunda da sabırla, şefkatle ve sevgiyle karşılık vermesi gerektiğinin bilincindedir. Bir Kuran ayetinde, Müslümanların din kardeşleri için şöyle dua ettikleri bildirilir:

Bir de onlardan sonra gelenler, derler ki: 'Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla ve kalplerimizde iman edenlere karşı bir kin bırakma. Rabbimiz, gerçekten Sen, çok şefkatlisin, çok esirgeyicisin. (Haşr Suresi, 10)

Müslümanlar din kardeşleri ile aralarındaki ilişkide, karşı tarafı incitecek bir söz söylemek, öfkelenmek, saygıya uygun olmayan tavırlarda bulunmak gibi birlik ruhunu zedeleyecek her türlü tavırdan sakınmakla yükümlüdürler. Her mümin bir diğerine karşı olabildiğince fedakar olmalı, sabırlı davranmalı, onun iyiliği için çalışmalı, sadık ve vefalı olmalıdır. Bu, gerçek ve samimi sevginin gereğidir, tüm müminlerin benimsemesi gereken üstün bir ahlaktır.

Farklılıklara Hoşgörü Göstermek

Allah Kuran'da müminlere "çekişip birbirlerine düşmemelerini" (Enfal Suresi, 46) emretmekte ve bunun Müslümanları zayıflatacak bir durum olduğunu bildirmektedir. Bir başka ayette de şu şekilde emredilir:

Kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra, parçalanıp ayrılan ve anlaşmazlığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır. (Al-i İmran Suresi, 105)

Vicdan ve aklı selim ile hareket eden, kendi çıkarlarını değil adaleti gözeten bir müminin diğer iman edenlerle ittifak sağlayamaması, sürekli bir anlaşmazlık içinde olması mümkün değildir.



İslam ahlakının özünde, ihtilaf ve ayrılıkları değil, inanç birliğini ve ortak değerleri temel alan bir anlayış vardır. Müslümanlar ittifakta birbirlerini desteklemeli, ihtilaflı konularda da hoşgörülü olmalı, anlayışlı davranmalıdırlar.
Elbette Müslüman toplumlar arasında, bölgesel, kültürel ve geleneksel bazı anlayış ve uygulama farklılıkları olabilir. Farklı yorumlar, farklı görüşler, farklı mezhepler olacaktır. Bu son derece doğaldır. Olmaması gereken, bu farklılıklar nedeniyle bir Müslüman toplumun veya grubun diğerine cephe alması, onunla diyaloğu kesmesi, ortak değerlerde mutabakat sağlayamayacak kadar diğerini yabancı ve hatta hasım olarak görmesidir. Bu, kabul edilebilir bir durum değildir.

Müslümanlar arasındaki diyalogda tevazu esas olmalıdır. Tevazudan uzaklaşanlar, kendilerini ve kendi fikirlerini mutlak doğru olarak görür, kendilerinden farklı düşünenleri küçümser ve onlara düşmanlık beslerler. Kendi görüşlerinin mutlak doğru olduğundan hiç kuşku duymadıkları için, kendilerini hiçbir zaman sorgulamaz ve dolayısıyla daha iyiye, daha doğruya gidemezler. Sadece kendi yorumunu beğenip bununla övünenlerin durumuna Kuran'da, "... onlar, işlerini kendi aralarında (farklı) kitaplar halinde böldüler; her bir grup, kendi ellerinde olanla yetinip sevinmektedir." (Müminun Suresi, 53) ayetinde dikkat çekilmiştir.

Bu, Allah'tan korkup sakınanların ve ahiret gününde hesap vereceğine iman edenlerin şiddetle sakınıp korunmaları gereken bir durumdur. Bu konunun önemini fark edenlerin, diğer müminleri de parçalanmaktan, dağılmaktan, ayrılmaktan sakındırmaları, Müslümanların Kuran ahlakında ittifak etmelerini sağlamak için gayret etmeleri gerekmektedir.

Örnek Müslümanlar, tüm insanlara –Rabbimiz'in tecellileri olduğunun bilinciyle- sevgi, merhamet ve şefkatle yaklaşırlar. Kendileriyle aynı inancı paylaşan, Kuran'a iman eden, Allah'ın emirlerini yerine getiren ve Peygamber Efendimiz (sav)'in sünnetine uyanları ise kardeşleri olarak görür ve birbirlerinin velileri olduklarını unutmazlar. Yapılması gereken, farklı Müslüman topluluklar arasında olabilecek kültürel ve geleneksel farklılıklar ve bazı görüş ayrılıkları nedeniyle hizipleşmekten sakınmak, bunları sürekli ön plana çıkarıp ihtilafa zemin hazırlamak yerine, Kuran ahlakını yaşamakta ittifakı desteklemektir. Müslümanlar ittifakta birbirlerini desteklemeli, ihtilaflı konularda da hoşgörülü olmalı, anlayışlı davranmalıdırlar. Yukarıda da vurguladığımız gibi, özellikle bu konunun öneminin farkında olan samimi Müslümanlar ve İslam dünyasının önde gelen düşünür ve aydınları bu konuda yoğun girişimlerde bulunmalı, Müslümanlar arasında birlik ve beraberliği teşvik etmelidirler. Müslüman dünyası içinde sevgi, saygı, merhamet, hoşgörü üzerine kurulu bir dayanışma inşa edilmelidir.

Sonuç

Bir kez daha hatırlatmak gerekir ki, İslam ahlakının özünde, ihtilaf ve ayrılıkları değil, inanç birliğini ve ortak değerleri temel alan bir anlayış vardır. Hz. Muhammed (sav), "Size iki şey bırakıyorum onlara sımsıkı sarıldıkça asla dalalete düşmeyecek ve sapıtmayacaksınız: Kuran ve benim sünnetim" sözleriyle Müslümanlara uymaları gereken yolu göstermiştir. Bizlere düşen bu yola uymaktır. Hak dine uymak ve ayrılığa düşmekten sakınmak, Rabbimiz'in tüm inananlara emridir.

Tüm Müslüman sivil toplum kuruluşları, çeşitli organizasyonlar, vakıflar, medya mensupları, kanaat önderleri; Müslümanlar arasındaki ayrımların giderilmesi, birlik ve beraberliğin sağlanması için çaba göstermelidirler. Her Müslüman birey, gittiği camide, okuduğu okulda, iş yerinde, ziyaret ettiği internet platformunda, üyesi olduğu vakıfta veya kuruluşta, Müslümanların birliği için çaba göstermeli, diğer Müslümanları bu konuda teşvik etmelidir.

Gelin, Rabbimiz'in Kuran'da buyurduğu gibi ve Peygamber Efendimiz (sav)'in vasiyet ettiği gibi, Müslümanların arasını bulalım. Birbirinin camisinde namaz kılmayan, selamlaşmayan, birbirinin yazdığı kitabı okumayan, ufak bir fikir farklılığı nedeniyle kardeşine düşman kesilen Müslümanların arasını bulalım. Bu gibi yapay ayrımlar kalksın. Allah'ın evleri olan camiler, şu veya bu grubun, şu veya bu mezhebin değil, tüm Müslümanların mescidi olsun. Her Müslüman birbiriyle selamlaşsın, birbiri ile sohbet etsin. Birbirine hoşgörü göstersin. Cemaatsel veya kişisel uzlaşmazlıklar son bulsun. Ve tüm Müslümanlar, elbirliği yaparak, tevazu ve hoşgörü içinde, Allah'a daha çok yakınlaşmak, O'nun dinine daha çok hizmet etmek için çalışsınlar.

Ve Allah'ın bizlere verdiği şu emri hiçbir zaman unutmasınlar:

Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah'ın sizin üzenizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini böyle açıklar. (Al-i İmran Suresi, 103)

Wednesday, November 29, 2006

Beklenen Osmanlı Nasıl Gelecek?

İnsanlığın barışa, huzura ve kardeşliğe en çok ihtiyaç duyduğu bu yıllarda tek çıkar yol güzel ahlaklı, adaletli, inançlı ve vatansever nesiller yetiştirmektir. Bunun yolu ise, modern çağın iletişim araçlarını ve yöntemlerini kullanarak, milli ve manevi değerlerin yüceltilmesidir. Yeni yetişmekte olan Türk gençliği, sahip oldukları Türk ve Müslüman kimliği, Osmanlı mirası konusunda modern kitle iletişim araçları vasıtasıyla bilinçlendirilmelidir. Müslüman-Türk kimliğinin öneminin tam olarak anlaşılması için bu kimliği taşıyan insanların asırlar boyunca tüm dünyaya nasıl nizam verdiği anlatılmalıdır.

Türk Milleti tarih boyunca her biri diğerinden güçlü 16 devlet kurmuş ve bu devletlerin yönetiminde gösterdiği üstün kabiliyetle tüm dünya milletlerine tarih boyunca örnek olmuştur. Selçuklu ve Osmanlı devletleri başta olmak üzere, Müslüman-Türk Milleti'ni güçlü kılan unsurları sadece askeri güçle açıklamak ise mümkün değildir. Dünyanın en karışık ve en hassas bölgesini asırlar boyunca hakimiyeti altında tutan gücün altında o dönemde Kuran ahlakına dayanan bir ahlak anlayışı yatmaktadır.

Rabbimiz tarafından Kuran'da bildirilen bu ahlakın başlıca özellikleri, zulümden ve haksızlıktan uzak durarak dürüst ve mert davranmak, koşullar ne olursa olsun adaleti her zaman ayakta tutmak, hoşgörüden ve uzlaşmadan yana olmaktır. Bu özellikler nedeniyledir ki kendilerine tabi olan halklar da her zaman Müslüman Türklerin yönetiminden razı olmuş, hatta çoğu zaman kendi istekleriyle onların yönetimleri altına girmişlerdir. En geniş anlamda Osmanlı İmparatorluğu'ndaki bu adaletli yönetim sayesinde tüm Balkanlar'ı, Kafkasya'yı ve Ortadoğu'yu kapsayan coğrafyada, üç dine ve muhtelif mezheplere mensup, dilleri, kültürleri, ırkları birbirlerinden tamamen farklı milyonlarca insan bu hakimiyet altında asırlar boyunca huzur içinde yaşamışlardır.

Ancak günümüzde aynı topraklar üzerinde acı, gözyaşı, zulüm ve savaş bir türlü sona ermemektedir. Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkaslar'dan oluşan ve Türkiye'nin tam merkezinde yer aldığı "Osmanlı Coğrafyası" halen çok hareketli ve karışık bir yapıya sahiptir. Osmanlı Devleti'nden sonra bölgede oluşan boşluk henüz doldurulamamış ve gerçek anlamda bir güven ortamı sağlanamamıştır. Bu durum aynı topraklarda asırlar boyunca Osmanlı liderliğinde örnek bir "birlikte yaşama modeli" uygulayan Müslüman Türk Milleti'ne dikkati çekmektedir. Ve bu modelin günümüzde ve gelecekte de sadece Müslüman Türk Milleti tarafından gerçekleştirilebileceği gerçeğini ortaya koymaktadır. Nitekim son yıllarda pek çok devlet adamı, siyaset bilimci ve araştırmacı yazar, başta Osmanlı Devleti olmak üzere, Türk devletlerinin başarıyla yürütmüş olduğu adil yönetim sistemini incelemektedir. Bu incelemelerdeki amaç ise, Türklerin gerçekleştirdiği sistemi temel alan, yeni bir yönetim modeli oluşturmaktır.

Tarih, gerek Ortadoğu’ya, gerek Balkanlar ve Kafkasya'ya kalıcı barışın getirilebilmesinin, Osmanlı mirasının varisi olan Türkiye'nin liderliğinde mümkün olabileceğini göstermektedir. Türkiye'nin liderliğinde oluşturulacak bir birlik, hem çatışmaların sonu olup bölgeye kalıcı barışı getirecek, hem de tüm bölge ülkelerinin güçlü bir ekonomik işbirliği içerisine girmeleriyle tüm halkların yaşam kalitesini yükseltecektir.

Türk Milleti son derece sağlam ve köklü bir mirasa sahiptir. Önemli olan bu mirasın önemini gereği gibi kavrayabilmek ve geçmişimize sahip çıkarak yüzümüzü geleceğe dönebilmektir.
Bu bölgede yaşayan devletlerin askeri, siyasi ve ekonomik açıdan en güçlü olabilecekleri model, birbirleriyle çatışmak yerine güçlerini birleştirmeleriyle oluşacak bir modeldir. Ortak bir dış politika bu devletleri dünya siyasetinde büyük bir güç haline getirecektir. Dolayısıyla 21. yüzyıla adım attığımız bu yeni dönemde Türkiye'nin geleceğe dair misyonu, tarihteki Müslüman-Türk devletlerinin büyüklüğüne ve şanına yakışır nitelikte olmalıdır. Üstelik bu misyon tarihte olduğu gibi bugün de Türk Milleti'ni zirveye taşıyacak, hak ettiği lider devletler arasına dahil edebilecek bir misyon olmalıdır. Dünya tarihinin en güçlü devletlerini kurmuş, tüm Akdeniz ve Ortadoğu coğrafyasına nizam vermiş olan Müslüman-Türk Milleti'nin aramış olduğu çözüm ve çıkış yolları, kendi tarihinde mevcuttur.

Asırlar boyunca şanlı devletler kurmuş, 3 kıtaya hükmetmiş bir milletin torunları ve 21. yüzyılda yeni bir cihan devleti kurmaya aday bir milletin bireyleri olarak bizlere düşen ise, Osmanlı'yı Osmanlı yapan tüm maddi ve manevi değerlerin önemini doğru bir şekilde anlamak ve uygulamaktır.

Osmanlı örneği göstermektedir ki, Türk Milleti çok geniş bir coğrafyayı kolaylıkla yönetebilecek bir birikime, yeteneğe ve güce sahiptir. Önemli olan Osmanlı'nın üzerinde yükselmiş olduğu değerleri iyi anlamak, bunları yeniden ve çağımıza uygun şekilde yorumlamak ve uygulamaktır.

Geçmişte olduğu gibi bugün de Müslüman Türk Milleti sabrı, imanı ve güzel ahlakı ile mazlumun yanında, zalimin karşısında yer alacak, farklı kültürlerden ve kökenlerden gelen insanları adalet ve hoşgörü potasında birleştirecek ve tüm dünyanın özlemini çektiği barış ve güvenlik ortamını oluşturacaktır.

21. yüzyıl, Allah'ın izniyle, tüm Müslüman ve Türk halkları için aydınlık bir çağ olacaktır...

Son yıllarda Ortadoğu’da kaos ve karmaşa yaşanması dünya tarihçilerini yoğun şekilde Osmanlı’yı araştırmaya yöneltti.
11-15 Eylül 2006 tarihleri arasında Türk Tarih Kurumu (TTK) tarafından gerçekleştirilen 15. Türk Tarih Kongresi’ne tam 750 yabancı bilim adamı katılmak için bildiri gönderdi.

Türk Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Halaçoğlu, rekor derecedeki katılım talebinin, tarih uzmanları arasında son yıllarda giderek artan Türkiye ve Osmanlı'ya olan ilgiden kaynaklandığını söyledi.

Yusuf Halaçoğlu, bu yılki ilgiyi; “Ortadoğu’da yaşanan olayların geçtiği toprakların Osmanlı coğrafyasında bulunması, tarihçileri bu topraklarda daha fazla araştırma yapmaya itiyor.” sözleriyle açıklarken, Hazırlık Komitesi’nde yer alan Prof. Dr. İlber Ortaylı da, eskiden sadece Avrupalıların ilgi gösterdiği Osmanlı’ya şimdi tüm dünyadan ilgi olduğunu belirtti.

Çanakkale Savaşı'nda başarıya ulaşılmasının nedeni olarak askerlerimizin İslam ahlakına olan bağlılığı gösterilmektedir.
Kuşkusuz ki, Türk tarihinin en önemli olaylarından biri Kurtuluş Savaşı’dır. Bu savaşın kazanılmasında ise, Türk Milleti'nin inançlı tavrının çok büyük bir rolü olmuştur. Genç-yaşlı demeden büyük fedakarlıklar gösteren Türk insanı, vatanın müdafasına önemli bir katkıda bulunmuştur.

Çanakkale Savaşı sırasında kahraman ordumuzun da manevi gücüyle ayakta kaldığını gören Atatürk, askerlerimizin kararlılıklarını şöyle ifade etmiştir:

Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, en ufak bir fütur (yılgınlık) bile göstermiyor; sarsılmak yok! Okumak bilenler ellerinde Kuran'ı Kerim, cennete girmeye hazırlanıyor. Bilmeyenler, kelime-i şahadet getirerek yürüyorlar. Bu, Türk askerlerindeki ruh kuvvetini gösteren, şaşılacak ve övülecek bir misaldir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale Muharebesi'ni kazandıran bu yüksek ruhtur. (Atatürk'ten Seçme Sözler, Derleyen: Cihat İmer, Remzi Kitabevi, 1989, s. 13)

Bu iman vesilesiyledir ki, Türk Ordusu Çanakkale'de binlerce şehit vermesine rağmen en ufak bir gerileme ve sarsılma göstermeden kahramanca mücadele etmiştir.

Osmanlı modeli tüm dünyada büyük ilgi görüyor
Dünyaca ünlü belgesel kanalı History Channel tarafından hazırlanan Osmanlı belgeseli geçtiğimiz günlerde ABD'de yayınlandı. Belgeselde Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman dönemleri uzun uzun anlatıldı.

Hakkın ve adaletin koruyucusu olduğu ifade edilen Osmanlı Devleti'nin, bütün din ve inançlara açık olduğu vurgulandı.

Belgeselde Osmanlı'nın fetih politikalarına ayrıntılı olarak değinildi ve fetihlerin dine ve etnik temellere dayalı olmadığı anlatıldı. Ayrıca Kanuni Sultan Süleyman döneminde hazırlanan hukuk sisteminden de övgüyle bahsedildi.